ALİ TAŞ ADN.


“KAÇ İNSANI YAŞADIM”-3 (*)


“İnceleme” bölümünde (243-346) Mehmet Aslan İle Bereketli, Neriman Çelik, Baha Çıtakoğlu, Yusuf Çotuksöken, Soner Karakoç, Sibel Özbudun, Adnan Öztel, Ahmet Say, Öner Yağcı, Merdan Yanardağ ve Gülay Yeşilipek gibi isimler yazılarıyla yer almaktadır.
Mehmet Aslan, “Bora Abdo’nun Öteki Kışın Kitabı-Karakış Üçlemesi-I” Adlı Öykü Kitabının Eleştirilmesi” (s.245-253) adlı inceleme yazısında, “Hikmet Altınkaynak, Metin Celal, Cemil Kavukçu, Osman Şahin ve Celal Üster” gibi isimlerin yer aldığı 2013 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü alan Bora Abdo’ya ağır eleştiriler getirdiği görülür. Bir yazarın, gerçekliği daha iyi bir dil kullandığında yeni ve özgün bir şey yapmış olabileceğini, Bora Abdo’nun belirsiz dilinde bunların bulunmadığını belirten Mehmet Aslan; “Bora Abdo’nun, bilinçli bilgisizliğiyle Türkçenin yapısını bozduğunu vurgulamaktadır. Yazarın “Bela Evi” adlı öyküsünde noktalama işaretlerinin kullanılmadığı 67 satır uzunluğunda bir tümce kullandığından söz eden Aslan; “Sol gözüme, kusacağım, sol yanağıma, sol kaşımdaki derin yara izine, ağrı, diş, çürük, kesik, kablosu yeşildi, kilidi kırık, on yıl önce, kaba telefon, zırrr…”(s.245) örneği postmodern çağrışımlar yapan deli saçması sözlerle sürdürdüğü saçmalık hevesi, “”Köpekler hep yağdanlıktır zaten fırtınası, (…) kardan kediler kısırlaştırılamaz fırtınası…”(s.247) gibi dil ve Türkçe bozulmalarına yer verilmektedir.
İlke Bereketli ise “Aristoteles’in Lykeion’u, Lise ve Kurtlar” (s.254-256) adlı yazıda ise “…Aristoteles’in öğrencileriyle, yürüyerek felsefe tartıştığı okulu olan Lykeion’dan söz eder… Okulun, Perikles ya da Pesistratos döneminde gymnasium olarak kullanılma olasılığına değinirken de, kuruluşunu “…tarihçi Theopopompus, Pesisratos’a, tarihçi Filohoros, Perikles’e, gezgin Pausanias ise hatip Lykourgos’a atfeder. “(s.255) Ayrıca, “…Sokrates de sık sık bu alana geliyordu. MÖ 4. yüzyılda ilk felsefi okullar gynmnasiumlarda kuruldu. Platon kendi okulunu Akademi’de, Aristoteles Lykeion’da ve Anthisthenes de Kynosarges’de kurdu.”(s.255) anımsatmasında bulunur.
“Barış” (s.257-260) adlı yazısına, “Barış nedir?” Barışı hangi yöntemlerle var edebiliriz?” sorularıyla başlayan Neriman Çelik, “1932’de Henri Barbusse ve Romain Rolland’ın sivil toplum örgütlerini ve aydınları harekete geçiren çağrısıyla Ağustos 1932’de Amsterdam’da kongre yapılıp, 1933’te Paris toplantısı sonucunda da “Savaşa ve Faşizme Karşı Dünya Komitesi” kurulma kararı alındığını belirtir. Barış konusundaki evrensel gelişmeler şöyle sıralanabilir… “1935’te Savaşa Karşı Bilim Adamları örgütü kurulur./…/ 1945’de Amerikalı Atom Fizikçileri Atom Bilginleri Federasyonunu kurar.../..Federasyon kongre üyelerine 75.000 mektup gönderilmesini sağlayarak atom araştırmalarının Atom Enerjisi Komisyonu adıyla sivil bir kuruma bağlanmasını sağlarlar…/…/…Einstein, 1946 Mayıs’ında ‘Atom Bilginleri Acil Komitesi’nin kuruluşuna öncülük eder ve komitenin başkanlığını üstlenir…/…/…Şubat 1948’de Paris’te ‘Özgürlük ve Barış Savaşçıları” adlı örgüt kurulur. 25 Ağustos’ta Polonya’dan 45 ülkeden 500 bilim insanı ve sanatçının katıldığı “Dünya Aydınlar Kongresi’ yapılır. Bu toplantıda ilk kez dünyadaki barışçı güçleri birleştirecek Dünya Barış Kongresinin toplanması düşüncesi oluşur. 25 Şubat 1949’da Dünya Barış Kongresi hazırlık komitesi Paris’te toplanır. Yapılan çağrılarla, birkaç hafta içinde 72 ülkeden 600 milyon insanın desteklediği kongreye 72 ülkeden 2.000 delegede de katılır. Komitenin başkanı Nobel ödüllü fizikçi Frederic Joliot-Curie…”; “Bütün savaş güçlerine karşı bir barış saldırısı başlatmamız gerekiyor ve bu barış saldırımız atom bombası atarak barışı garanti aldıklarını söyleyenlere karşı olacaktır” der. “…Mart 1950’de Dünya Barış kongresi Stockholm’de toplanır…/…75 ülkede 150 bin komite kurulur. Bu çağrı tarihin en büyük uluslar arası kitle hareketidir.”(s.258/259)
Baha Çıtakoğlu, Sait Faik’in “Bir Vapur” adlı öyküsüyle başladığı “Tadla’nın İzinde, Frankebwald’dan Tarı’ya” (s.261-287) adlı uzun ve ilginç yazıda Tarı’nın öyküsüne yer verir… Almanların siparişiyle Furnes Withy-Company Ltd. firmasınca, İngiltere’de Hartlepool kıyı köyünde Ocak-Kasım 1908 tarihleri arasında yapılan geminin ilk adı Frankenwald’dır. 1. Dünya Savaşı boyunca İspanya’nın Bilbao limanında alıkonulan 4.026 gros ton, çektiği su 74 metre, 2.500 beygir ve 14 mil hızında, 121 metre uzunluk ve 14 metre enindeki Frankenwald, 1919’de savaş tazminatı olarak Fransa’ya verildiğinde Tadla olarak adı da değişir. 1934’de Türk gemisi olduğunda da Tarı ismi verilmiş. 1966 yılında ise hurdaya ayrılmış. Baha Çıtakoğlu’nun yaptığı uzun soluklu araştırmada, Tarı vapurunun öyküsü bilgi, belge ve fotoğraflarla yer almaktadır. Tabii burada Tarı’yı gemi sınıfından çıkarmamız daha isabetli sanırım. Tari konusundaki İncelemenin tarihsel boyutunda gülümseten bir Kaptan Zeki Görkey (Deli Zeki) olayı da var yaşanmışlık olarak 1950 tarihiyle not düşülen… Muhalefette olan CHP’nin lideri İsmet İnönü, Zeki Bey’in kaptanı olduğu Tarı vapuruyla Doğu Karadeniz ziyaretinden İstanbul’a dönmektedir. Kurtuluş Savaşı’nın kahramanlarına gönülden bağlı olan Zeki Bey, sonunda bedel ödemek olsa da yapar yapacağını… Çeker cumhurbaşkanlığı forsunu Tophane rıhtımına girerken. Kıyamet de kopar!.. Hazırladığı valizini eline alıp yolcularla çıkan Zeki Kaptan yıllar yıllar sonra ancak Mühürdar açıklarındaki Sivas vapurunda kaptanlık görevine döner. Tarı vapuruyla ilgili gerçekçi öykünün humor cephesinde duran yöresel ve otantik özellikli Karadeniz kaynaklı söylence, anekdot ve ezgiler de vardır gülümseme yayan… Baha Çıtakoğlu’nun, babası Hüseyin Çıtakoğlu’ndan aktardığı, Zonguldak’ın Asma mahallesine gönderme yapan, “Sarı çizmeli Mehmet Ağa” deyimiyle örtüşen ve benzerlerinin de yer aldığı, “Asma’da Osman” deyimi ve öyküleri bulunuyor ki; bunlardan birini de gazeteci, sanatçı besteleyerek notaya almış. Ayrıca, Cumhur Kocatürk adlı ressam da “Tarı Vapuru”nun resmini yapmış.
Fadime Tarı’tadur
Eşyalari kamarayadur.
Tari yoladur
Ayin oni, kelu alasun oni.
(Alıcı:Asmada Osman)


Yusuf Çotuksöken, “Türkçede Söz/Sözcük Türetme Yöntemleri Üzerine Bir Deneme” (s.288-300) adlı yazıda, Türkçe ve Türk dili üzerine derinleşerek, oldukça yararlı bilgiler vermektedir… “Söz varlığı ve Türkçenin (Ana Türkçe ve Türkiye Türkçesinin) söz varlığı”, “Sözcük Türetimi” (1-Eklerle Türetme-2-Sözcük Bileşmesi/bileştirilmesi-3-İkileme-4-eksik türetme (Sözcüğe yeni anlamn (yananlam) ekleme)-5-Budama ve budama-bileştirme-6-Kısaltma-7-Ödünçleme-8-Yöre ağızlarıdan ve halk dilinden aktarma-9-Ölmüş Sözcükleri diriltme (dilin çevrimine yeniden sokma)-10-Özel dillerden (argodan, alan argolarından) aktarma. -11-Örnekseme (analoji)-12-Aynı dil ailesinden aktarma-13-Türkçe sözcüklere yabancı ek getirme-14-Özel adların tür değiştirmesi-15-Sözcük çevirisi-16-Önek değerli/işlevli sözcüklerle türetme-17-Sözcük ikizleşmesi (Sözcükte anlam yarılması)-18-Anlam değişmesi (“anlam iyileşmesi”, “anlam kötüleşmesi”) yoluyla türetme-19-Yabancı sözcük türetimi (Yabancı köklerle yabancı kurallara göre sözcük türetme)-20-Halk köktenbilimi (etimolojisi) yerlileştirme,), Son Değerlendirme ve Bugün yapılacak çalışmalar” başlığında topladığı anlatımı Türkçe ve T.Dili konusunda oldukça yararlı bilgiler vermektedir. “Özetle (ölçünlü) Türkiye Türkçesinin bugün güncel sözvarlığının 150 bin dolayında olduğu ileri sürülebilir… Anadolu’a 1000 yıl içinde biçimlenen Türkiye Türkçesinin sözvarlığı ise, geniş kapsamıyla bir milyon sözcüğü içerdiği varsayılmaktadır…” (s.289) diyen Yusuf Çotuksöken; Türkçeye 40 kadar yabancı dilden sözcük girdiğini belirtip, Türkçe karşılıkları varken yabancı sözcüklerin hiçbir şekilde kullanılmaması çağrısını yapmaktadır.
“İki Çehov Öyküsü” (s.303-303) adlı yazıda, Çehov’un “Maske” ve “Kocasını Bırakıp Gitti” adlı öykülerini inceleyen Soner Karakoç; Çehov, “Maske” adlı öyküde; “…liberal aydınları eleştirir hem de toplumda, güç karşısında kişiliksizleşen insanların ne duruma düştüklerini ustalıklı bir biçimde güldürü konusu yapar” derken; “Kocasını Bırakıp Gitti” adlı öyküde ise, akşam yemeğini yeni yemiş bir çiftin mutluluklarını izlemeye götürürken, “…mutluluğu yemek yemek gibi bedensel bir haz olarak algılayan insanların ne derece yozlaşabileceklerini…” göstermeye çalışır.
Sibel Özbudun, “Biraz Aşktan Söz Edelim mi?(s.304-309) adlı hoş ve akıcı yazısına, “Biraz aşktan söz edelim mi?” diye başlasa da birazı çok aşan, aşkla tutkuyu özdeştirdiği güzel bir yazı ortaya koyar. Yazısına, Cemal Süreya üst notlu: ”Yıkıvı bir aşk bu,/Yıkıyor milletin ortasına/Tutku yükünü” dizelerle başlayan Sibel Özbudun; Don Kişot/Dulcinia, Ferhat, Kerem, Mecnun örneklerini verip, pinekleyen erkeği şövalyeye dönüştüren tutkulu bir aşkın insanda yarattığı güç, direnç ve değişimin sınırlarına dokunur. Tarihsel boyutlu irdelemesinde, isyancı Flora Tristan, İnessa Armand, Alexandra Kollantai ve Emma Goldman gibi kadın örneklerle; Clara Zetkin/Ossipe Zetkinn ile Rosa Luxemburg/Karl Liebknecht isimlerinin altını aşk adına çizerken; verdiği örneklerin neyi anlattığını da açıklığa kavuşturduktan sonra Abelard’ı konu eder: ”Bence ikişeyi: İlkin aşkı tek taraflı bir kahraman öyküsü olmaktan çıkararak, iki kişinin kendini besleyen, münbit, yaratıcı ilişkisine dönebilmesi için kadınların pasif kabul edicilerden aşkın aktif aktörlerine dönüşmesine beklemek gerekecektir.”(1)
1(12.yüzyılda aliesinin rızası olmaksızın sevdiği erkeğe, Abelard’a kaçan, onunla gizlice evlenen ve ondan çocuk doğuran filozof Heloise, ‘yüreğinin peşinden gitme’ cüretine sahip kadınlar için oldukça erken bir örnektir. Ve bu cesaretinin bedelini hadım edilen sevgilisinden ayrılarak yaşam boyu tutsak kalacağı bir manastıra kapatılarak ödemiştir….
“Gündelik Bilinç”in (s.310-326) aşılması dileğiyle kaleme aldığı yazısında “Günlük düşüncenin Dolaysızlığı”, “Gündelik Düşüncenin Özellikleri”, “Benzeşim”, “Gündelik Bilinç Bulanık”, Belirsiz, Kaotik ve Soyuttur”, “Günlük Düşünce Olgusaldır”, “İndirgemecidir”, “Kendiliğindencidir”, “Gündelik Düşünce Özneldir”, “Gündelik Düşünce Rastlantısaldır”, “”Gündelik Düşünce Belirlenmiştir”. “Gündelik Düşünce Perspektiften Yoksundur”, “Gündelik Düşünce Diyalektik Düşüncenin Karşıtıdır”, “Gündelik düşüncenin Dili”, “Gündelik Düşüncenin Nesnel temeli” (Gündelik Dilin Ekonomisi), “Gündeliğin Metafiziği” ve Gündelik Düşüncenin Aşılması” gibi ara başlıklarla Adnan Öztel; aşmanın detaylarına ışık tuttuğu uzun yazısında sanat, bilim ve felsefe konusunda da yararlı vurgular yapmaktadır
“Mozart” (s.s.327-330) adlı yazısında Fazıl Say; 35 yaşında yaşamını yitiren müzik dâhisi Mozart’ın insancıl, eşitlikçi, aydın bir besteci olduğunu belirtirken; Kant’ın “Aydınlanma” (1784) yazısının etkisinde kaldığını; yaşadığı dönem itibarıyla Mozart’ın müziğine aydınlanmanın yansıdığının altını çizip, 18. yüzyılda Masonluğun aydınlanma ülküsü için çalışan bir gizli örgüt olduğunu ve Mozart’ın içinde bulunduğu “Illimunati” locasının adının ise aydınlık anlamına geldiğini dile getirmektedir. Ahmet Say, “saray hizmetlisi” olarak emrinde çalıştığı (1781) Salzburg Başpiskoposu Collerodu ile de çatışarak, Salzburg Sarayı’ndan ayrılan Mozart’ın, Avrupa kültür tarihinde ilk olarak bir soylunun egemenliğini hiçe sayarak bağımsızlığını ilan eden ilk müzikçi olmuştur” demektedir. Mozart’ın saraydan ayrılarak hizmetten çekilmesini “taraihsel bir sanatta bağımsızlık bildirisidir” sözünü anımsatır… “…Bu olay, iki kültür dünyasının çatışmasında, bir müzikçinin feodal aristokrasiye ilk kez isyanını örnekler.”
Öner Yağcı, aydın kıyımı, aydın düşmanlığı, aydın ihaneti, aydın kirlenmesi vurgularıyla girdiği “Günümüz Aydını” (s.331-336) adlı yazısında Osmanlı döneminden Cumhuriyete, günümüze getirdiği eleştirel yazısında, emperyalist etkili yönlendirmelerle yürüyen aydınca amaçların Osmanlı ve Sultan Abdülhamit’i kurtarmaktan ileri gidemediğini belirtmektedir. Tüm yeniliklerin ve Türk aydınının doğum tarihinin “Vakayı Hayriye” (1826) ile başladığını dile getiren Yağcı; Namık Kemal, Jöntürk, Alemdar Mustafa Paşa, Rauf 0rbay örnekli tümcelere yer verip, Nâzım Hikemt, Aziz Nesin, Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Fakir Baykurt katılımlı eleştirelliklerle Cumhuriyet dönemine kadar geldiği yazısında; Yalçın Küçük’ün, “Cumhuriyet aydın kıtlığında doğdu” demesini anımsatıp, “…12 Eylül 1980’den sonra ‘işbirlikçi’ aydınlar doğdu”nu da vurgulamaktadır. Öner Yağcı; aydına ve Cumhuriyet’e yapılan günümüz saldırılarını da dile getirip, aydın ihaneti ve aydın kirliliğinin de söz etmektedir.
“Cumhuriyet devrimi ve Türkiye aydınlanması başarılı mı başarısız mı?’ sorusu, günümüzün en can alıcı ideolojik, siyasal ve tartışma eksenini oluşturuyor…” sorusunu merkeze yerleştiren Merdan Yanardağ; “Cumhuriyet, Laiklik ve Dinci Tarih Hipotezinin İflası!” (s.337-340) adlı yazısında; “…”Türkiye gericiliği, Cumhuriyet’in tasfiye edilmesi ve ılımlı da olsa, bir İslami rejimin kurulması isteminin ideolojik, felsefi ve tarihsel gerekçesini, Müslüman toplumlardaki Batı tipi modernleşme girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlandırıldığı varsayımına dayandırıyor.” (s.337) görüşünü ileri sürmektedir. Merdan Yanardağ, yazısında; Newyork Times gazetesinin Ankara merkezli olarak Ortadoğu temsilciliğini yapan Sephen Kinzer’in “Ezber Bozmak” (2011) adlı kitabından yaptığı alıntıyla, “Türkiye’nin modern tarihinin büyük bir bölümünde Müslüman dünya onu bir dönek olarak görmüştü. Atatürk’ün reformları Türkiye’yi İslam’ın o kadar uzağına taşımıştı…”(s.338) düşüncesine yer veren yazar Merdan Yanardağ; Amerikalı Profesör Bernard Levis’in: ”Nerdeyse bütün İslam dünyası yoksulluk ve zulüm koşullarında yaşıyor. Bu sorunların ikisi de, dikkatleri özellikle başka yöne çekmek isteyenler tarafından ABD’ye fatura ediliyor…” (s.339) gerçeğiyle, bu yöndeki, ABD’nin çıkar gerekçesine açıklık kavuşturuyor.
Gülay Yeşilipek, “Başka Bir Toplum Mümkün” (s.342-346) adlı yazısına “Emek yaşamı yaratan en yüce değerdir” üst notuyla giriş yapıp, yazısında, emeğin yaşama üretme yönünü ele ele alacağını belirtir. Emekle ekmeği yüce bir tanım olarak değerlendiren Yeşilipek; “…Tüketim toplumlarında insan emeği, toplumsal emek gözlerden iyice uzak kalıyor” (s.345) değerlendirmesinde bulunur. Gülay Yeşilipek, eleştirel değerlendirmesinde şunu da belirtir:”Bir değişim aracı olan para, insan emeğinin üstünü örtüyor demiştik… Emeğe olan saygı, üreten, yaşamı var eden insan olan saygı, özellikle günümüz tüketim toplumunda yerlere düşmüştür…”(s.346)


*ÖYKÜ
“Öykü” bölümünde, Leyla Civilaslan, Nurşen Aydoğan, Niyazi Çalı, Süheyla Ekemen, Satı İlen, Müslüm Kabadayı, Sevim Kahraman, Sevinç Kırmızıgül Kapıkıran, Hüray Kılıç, Özden Özütemiz ve Fehim Yurdal gibi yazarlar öyküleriyle yer alıyorlar.
Leyla Civcili’nin “Çırak” (s.351-354) adlı öyküsü “eti de senin kemiği de” marifetiyle oto tamirci ustası Halil Usta’ya teslim edilen sekiz yaşındaki Veysel’in tanık olduğu bir hüzünlü öyküdür… Büyük bir olasılıkla, Cem de aynı tamirci dükkânına aynı güvenle bırakılan Cem’in acı öyküsüdür, toplumuzda yaşanması olasılığı olan. Veysel’den 2-3 yaş büyük olan Cem, onu katı kuralları olan işyerinde koruyup kollayarak acemiliğinin geçmesine yardımcı olur. Güçlükle geçtiği çevre yolundan geçirir. Akşam, sabah işyerine birlikte gidip gelirler. Veysel, sabah erken saatte Cem ile birlikte işyerine geldiği için Halil Usta’dan azar iştir. Cem’i dükkânda alıkonulduğundan, Veysel, o akşam eve yalnız dönerek, sabahları da, diğer çıraklarla birlikte işe gidip gelmeye başlar. Diğer çırakların en büyüğü olan çocuk:”Ne o len Cem’in ki, Cem seni götürmedi mi bugün? Usta Cem’i, Cem seni” der imalı imalı. Veysel, bir sabah işe geldiğinde ise tamirci dükkânının önünde polis arabalarıyla ambulansı görür… Cem, kendisine kötü şeyler yapan Halil Usta’nın çıplak vücuduna, cinsel organına demlikteki kaynar suyu döker. Haftalardır merak ettiği keten bez çantasında Jules Verne’nin, “İki Yıl Okul Tatili” kitabı ile Ömer Seyfettin’in “Diyet” adlı kitaplarının olduğunu görür. Polis arabasına bindirileceği sırada Cem’e dönen Veysel:”Bu sabah seni yoldan atlatamadım, kusura bakma Veysel” der. Veysel, bez çantasını çantasını uzatan Veysel’e, Cem:”Senden bunu sınıf öğretmenime vermeni isteyeceğim. Okullar kapanırken, yaz dinlencesinde okumam için, okul kitaplığından seçip vermişti bana. Yaz boyu çalıştım, biliyorsun. Çok azını okuyabildiğimi söyle. Ama okuduğum kadarını çok beğendim. Çok eğlenceli, maceralı. Eğer olanağım olursa, bir gün tamamını okuyacağım. Hepsini söyle öğretmenime.” Der. Öyküsüyle, çoğu belki gizli kalan,, çocuk dünyalarını cehenneme çeviren, sosyal bir yaraya güzel parmak basan Leyla Civil Aslan; durağanlık algısı da veren canlı, gerçekçi ve hayat dersi veren öyküsünü , yer yer görsellik veren betimlemeleriyle kendine özgü bir biçeme taşımış. Öyküde, sayfa altına “merak, meraklanmak, meraklı” açıklamasıyla not düştüğü, ilk defa rastladığım “gizgili” sözcüğü de var anlamlıyla örtüşmüş. Yalnız burda, dönem kesiti gibi de sunulan, küçük bir kasabadaki duyarsız insan ve toplum çocuğunun diline dinlenceli, olanaklı sözcükler örtüşmüş mü? Ona bir kez daha bakmak gerekir.
Nurşen Aydoğan ise “Neşe’m” (s.355-357) adlı öyküde, müzikhollerin Neşe’sinin öyküsü yer alır.. Ailesinin okutmadığı reşit yaşa gelmeden evlendirilen Neşe’nin öyküsü yer alır… İşsiz güçsüz, dayak atan bir adamdır resmi nikâhı olmayan kocası. Evde yaptığı doğumda kızının göbek bağı nerdeyse dipten kesilecektir. Ardından, baba evine dönüş, bir tanıdığın muayenehanesinde çay, temizlik işlerine bakma. Sonra yeniden eve dönüş, eşinin çalışmaya başlaması. Birkaç aylık düzelmenin ardından yeniden dayak atmalar, kumarbazlık. Evde örgü, dikiş işleri. İkinci kızın doğumu ve yeniden baba evine dönüş. Ve yeniden temizlik işleri. Daha sonra, Annesini de kaybeden Neşe’nin baba evindeki yaşamına eşi de dahil olsa da yürümeyen bir evlilik. Umarsızlık içinde, geceleri çalışan arkadaşı Gülden’in teklifine sıcak bakış. Sonrası bu müzikhol. Kendisine müzikholde bulup, ağlayarak geri dönmesini isteyen eşine: ”Geçtti beyzadem, şimdi Neşe benim adım. Bu müzikhole neşe dağıtıyorum. Kaç paralık adamsın sen, ama kızlarımın hatırına bu gece bendensin” diye okkalı bir yanıt verir… Neşe, bir kadın öyküsüdür; bazı kadınların öyküsü. Böyle bir olayı yaşayan Neşe’ler az değildir. Yalın ve güzel bir dille anlatılan durağan öyküde Neşe’ler ve eşlerinin solgun yaşam fotoğrafları net olarak görülür.
“Kim Bunlar?” (s.358-361) adlı öyküde Niyazi Çalı, bayram öncesi günlük yaşamındna bir kesite değinir… Arife günü üç saat erken işten çıkan Sırrı, memleketi olan Bolu’da ailesinin yanına gitmek düşüncesi aklından geçer. Servis şoförünün cami-hazine bağlantılı konuşmasından sonra, kentsel dönüşüm olan yerdeki berberine gidip tıraş olur. Daha sonra evine gitmek üzere yola çıktığında alt komşusu Menekşe teyze ile inşaatta çalışan Hasan’ın tartışmalarını görür. Duru, sade bir dille anlatır durum öyküsünü Niyazi Çalı.
“Sesler, Sözler, Lavantalar” (s.362-368), adlı Süheyla Ekemen’in öyküsünde yazar dedeyle torun Şehrazad’ın anları üzerinden gidilir… Dedeyle torunun geçmiş zaman derinliklerinden gelen anılarında kitap, öykü, kültür gibi yaşamda yerlerini alan temel olgular sevgiyle okşanır. Annesiyle konuşan Şehrazat, yazı köyde dedesiyle geçireceğinden memnun değildir. Sevdiği babannesi ölmüş, dedesi ise, denildiğine göre tuhaf bir adamdır. Aynı tuhaflık saptamasından Sertab’ı kurtarmak isteyiş de bir yanlış algı olgusundan kurtarmak içindir. Çünkü dedesinin paylaştıklarıyla, onun tuhaf olmadığına inanmıştır. Kendisine Donkişot’u veren dedesiyle kitap üzerine konuşurlarken, Donkişot’la dedesini özdeştiren Şehrazad çevirmen olur. Dedesinin öykü kitabı, onu kaybettikten sonra yayınevi tarafından lavantalı kokularla Şehrazad’a gönderilir. Süheyla Ekemen’in, “Sesler, Sözler, Lavantalar” adlı anıların düşselliğinde geçen aşılmalı ve kitap/yapıt odaklı sarmalındaki dede-torun sevgisi oldukça naif ve gizemli bir duygusal düzlemde verilir. Öyküdeki gizli detay biçemi etkileyen ve okuru dikkate yönelten zaman bütünlüğü atmosferinde olumlu biçimde verilen iç içe bir zaman ve karakter geçişlerinin bütünlükle verildiği zaman ve mekân kaymaları hissini duyumsatmasıdır. Bu mekânsal geçişte, çocuk Şehrazad’ın saçını okşayan yazar dede, Şehrazad’ın Sertab’la olan konuşmasına da apansız eklenip, geri sarmalarla süren diyaloglarla zaman bütünlüğünde geçer. Bu geçiş, öyküde postmodern kaygısı yaratsa da, böyle bir tanımdan uzak olan kavramlar üzerine kurulan içten ve sıcak öyküdeki zarif bir dilin varlığı, böyle bir hafifliği reddeder.
Satı İlen, “İtiraf ediyorum Aşkımı Sana” (s.369-375) adlı öyküsünde Cemile’nin, Mustafa’ya olan aşk döngüsünü ele alır… Sade/duru birdille yazılan öyküde; aylardır, vergi dairesinde memur olarak çalışan Mustafa’ya âşık olup, şiirler yazan Cemile’nin hayal kırıklığıyla sona eren platonik aşkı konu edilir… Bir gün, Mustafa’nın çalıştığı vergi dairesine heyecanla giden Cemile’yi, Mustafa, nişanlısıyla tanıştırdığında, Cemile için her şey biter.
Müslüm Kabadayı, “Kan Ağlayan İstasyon” (s.376-388) adlı öyküsünde okuru alıp 12 Eylül günlerine götürür. Kitapların silah gibi algılandığını belirttiği 12 Eylül günlerinden ölümcül bir işkenceyi yansıttığı kısa öyküden tepki kesitleri veren Kabadayı; “Kan Ağlayan İstasyon” adlı öyküsünde yalın ve süssüz bir dille, öykü kahramanının tanıklığını eleştirel olarak ortaya koyar.
“Allar Mora, Morlar da Yeşile Döner” (s.379-380) bir kadının cinayet öyküsü. Belki de ülkede her yıl bunca işlenen kadın cinayetlerinin bir tepkisel göstergesi… Kendimizi eleştirelim, evliliğe kadar maske takan bir bölüm tipik erkeklerimizin içki, işsizlik, dayak, kumar, uyuşturucu, beden satışı vb. gibi alışılagelen davranışlarının su yüzüne çıktığı bazı yaşamlardan yansımalar. Ve yine ailenin istemediği biriyle evlenme… Aldan mora, mordan ala dönmeler… Gerçekçilik; yaşam içinden gelen yalın ve sade bir öykü… Sevim Kahraman’ın elleri kelepçeli hamile karhamı, kendisini pazarlamak isteyen kocasını öldürmüştü.
“Göz” (s.381-382) adlı öyküde özdeyiş ve masal üzerinden yürür Sevinç Kırmızıgül Kapıkıran… Belki bir fıkra kadar kısa öykü… Armağan kitaba yazacağı yazıyı bitirip, yemeği Şahin abiye götren kadın, onun maaş kesintisinden kaynaklanan yakınmasını, edilgen bir tavırla, “Gittiğin yer körse sen de bir gözünü kapatacaksın” özdeyişini vurgulamasıyla başlar ata sözünün öyküsü… Yakınmasıyla bütünleşen özdeyişi vurgulayıp, anlayıp anlamadığını kadına sorduğunda, kadın, anlamadığını söyleyince edilgen masalını anlatır Şahin abi. Hüray Kılıç, “Çelişki” (s.383-385) adlı öyküsünde, etik olmayan bir davranışı odağına yerleştirdiği öyküsünde yaşamın içinden seçer, izleğini ve kahramanını… Emekle dürüstlük arasındaki “Çelişki”yi vurgulayan Hüray Kılıç, ”Bitlisli Hamit’in boyadığı “Emekçi Dayanışma Derneği”nden yediği kazığın öyküsü yer almaktadır.
Özden Özütemiz, “Olmamış Metin’in Öyküsü” (s.386-389) yaşamın şaşırtıcılığıyla gerçeküstücülüğün kendine kapanan bir gizemiyle ilginç kurgusunu, gerçekçi boyutlar içindeki öyküsünü iç içe vererek, ilginç bir tiyatro oyunuyla paylaşılabilecek görsellikler hâline getirebiliyor. Okuru dikkatle uyaran Özütemiz; yazar-pavyon-karakol üçgeninde geçen öyküde ezgilerle harfler arasına astığı sanatsallıkta yazarın kendisine biçtiği rolü beğenmeyen Metin, pavyona düşen sevgilisi Belma’yı kurtarmak için kanlı bir direnişe (!) geçer… Belma ise harflerin hışmına uğrayan, karakollara düşen derbeder bir kadındır derken ama niçin J demeden kendini alamıyor insan. Polisiye bir roman gizeminde kurulan bulmaca açıldıkça tadını veren bir öyküyü yansıtıyor.
Son öykü, Fehim Yurdal’ın “Baba” adlı öyküsü… Öyküde, duyarlı bir baba portresi veren Salim, bir babanın oğlu ile kızının sorunları arasında… Emekli olup, ikinci bir işte çalışan Salim’in eşi, oğullarının işten ayrılmasını istemektedir. Oğlu, zorlukla girdiği işinden ayrıldığında, satın aldığı konutun kredi ödemeleri vardır. Kızı ise eşinden ayrılmak üzeredir. FehimYurdal’ın bir babalar gününde yazdığı öyküde, oğlu işten ayrılır, kızı ise eşiyle barışır. Hayatın içinden gelen sıcak bir öykü Yurdal’ın öyküsü.

*(Kaç İnsan Yaşadım/Derleme/Berrin Taş/Nisan 2018/384 sayfa)

YAZARLAR

  • Cumartesi 31 ° / 16.7 ° false
  • Pazar 35.8 ° / 19.6 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Pazartesi 30.8 ° / 18.3 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • BIST 100

    9809,64%0,96
  • DOLAR

    32,58% 0,30
  • EURO

    35,07% 0,29
  • GRAM ALTIN

    2457,40% 0,88
  • Ç. ALTIN

    3991,84% 0,00