ALİ TAŞ ADN.


“KUMPAS”(*)

Gazeteci-Yazar, Çetin Yiğenoğlu’nun son yapıtları güncele yönelik….


“Haydarı Öldürmek” ve “Kırmızı Koku” adlı, yerelden evrensele sesi ve yeri hâlâ saklı romanlarının ardından “Küçük Amerika” üçlemesinin, “Başkan”dan sonraki ikinci kitabı olan “Kumpas”, uzun yıllardır süregelen basın deneyiminin duyarlılığıyla, “yurtsever prizmadan bakarak yapılan eleştirel yaklaşımlı bir araştırma  …” dayanağına yaslanıyor. “Güneş Ülkesinde”, “Dolaristanı Kurarken”, “Güneş Çocuklarının Savaşımı”, “Kara Delik Tuzakları”, “Adı Dolarokrasi” ve “”Sonuç” adlı bölümlerden oluşan “Küçük Amerika-2/Kumpas”, kitap sonunda yer alan harita, kroki, fotoğraf ve listelenen birtakım verilerle de desteklenmektedir. Sunu”da”Güneydoğu’dan Ege’ye Adana-Mersin, Hatay-Kahramanmaraş-Osmaniye, Gaziantep-Adıyaman-Kilis, Antalya-Burdur-Isparta’yı kapsayan 11 ilin bulunduğu bölge için kurgulanan ‘senaryo’, siyasal iktidarın ‘eyalet ofisi’ konumundaki kalkınma ajansları (KA) tarafından ‘2014-2023 Bölgesel Gelişme Senaryosu” başlığıyla yapılan eleştiri derinleşmekte; “1941’den sonra siyasal, yönetsel yapılanmadan çok iklimsel, coğrafyasal, bir bakışla 7 bölgeye ayrılan Türkiye’nin, “Gündem 21” adı verilen projeyle yeniden bölgelere ayrılmakta; Cumhuriyet’in 100. yılına yapılan “Vizyon 23” göndermesiyle hazırlanan projenin, devlet gözetimindeki 3.000 kadar bilim adamı tarafından gerçekleştirildiğinin de altı çizilmektedir. İlk bakışta oldukça iç içe geçen, bu yeni bölge yapılanmasının sosyal yaklaşımın uzağında, siyasal çağrışımlarıyla ve de öncelikle ekonomik yapıda getirdiği, kolayca siyasal dönüşüme evrilecek “otonomik” özellikleriyle dikkat çekici olduğu belirtilirken; “Türkiye’nin bütün  bölgelerinde uygulamaya konulan projenin çalışmamıza konu olan 11 kentin bulunduğu 4 ayrı bölgeye ayrılan Gaziantep’le Antalya arası gibi, bağımsızlığı, halkın dirliği, birliği, bütünlüğü, geleceği açısından yaşamsal öneme sahip…” olan geleceğin Türkiye’sinin bu bölgede oluşmasının önemine de dikkat çekilmekte. Yazar, insancıl, çoğulcu ve aydın bir duyarlılık adına halkla ilgili kaygıların kendisini ittiği bu derinlikte, 65-70 yıl öncesinin “Küçük Amerika yapacağız” söylemlerinin halkını ve yurdunu hangi bilinmez ufuklara sürükleyeceğinin kaygısına da taşımaktadır.                                                                                 
*ÇUKUROVA GERÇEĞİ:                         
“Kumpas”ın,  “Sezginin İzinde-Tanrıların Helikopteri” bölümünde, Hollanda’nın Roterdam’, ABD’nin Houston örneği göz önüne alınıp, Singapor’un Jurong adası modelinden de esinlenerek 1,5 milyon dönüm alan üzerine, geleceğin temel ve sınai/ticari merkezi olarak tasarlanıp, “Bakü-Ceyhan, Samsun-Ceyhan, Yumurtalık-Kerkük, Yumurtalık-Mısır ve İran Mavi Akım petrol ve doğalgaz boru hatlarının gerçekleştirileceği Hong Kong, Dubai etkili 10 milyar dolarlık bir rüya şehir olan Ceyhan/Yumurtalık bölgesi ekonomiden çevreye her yönüyle irdelenmektedir… (s.10) İrdelenirken de, dikkat çekildiği üzere, “toprak büyüklüğü açısından 20” kat kadar Hong Kong’dan büyük olan ve “nitelikli bölge” savlarıyla olgunlaştırılan söz konusu bölgenin tamamının serbest bölge yapılmasındaki kaygılar da yok değildi yok olmasına. Tabii ki, son yıllarda oldukça kan kaybeden Adana’nın, ekonomik yönden bu dalgalanmalardan etkilenmemesi olası değildir ki; kentin eski ağalık varsıllığının yöresel ve otantik nostaljisinden kalan pavyonvari odaklı bir dönüşüm çağrışımı olarak, doğmamış çocuğa fistan biçer örneği olan o düşsel zenginliğin, yüksek dozlu bir kumarhaneler algısı yaratan otel salgınıyla da karşı karşıya olduğu somut bir gerçektir. Pamuktan fabrikalara ekonomik ve sosyo-ekonomik yönden son 30-40 yılda önemli kayıplar veren ve üstüne, eskisinin 4-5 katı olacak bir demografik çalkantıda ekonomik sorunsallar yaratan iç göçün yanı sıra; son yıllarda kentte sosyo-ekonomik/kültürel ve kentsel bir felce neden olan Suriyeli akınına uğrayan Adana’nın, Las Vegas örneği bir oteller ve dolayısıyla da bir kumarhaneler kenti olacağı söylentisi de, üretim ve ihracattan hizmet alımına indirgenen bir istihdam olgusu olarak, kent ve yöre halkı için, “denize düşen yılana sarılır” örneği umutlu bir düş algısı yarattığının farkına da varılmaktadır.                                               Bu yerellikte, önemli bir kentsel bant olarak, İl Genel Meclisi ile köylerin tüzel kişiliklerinin yok edilmesi olayı da var ki, bu son derece yanlış bir olumsuz gelişme olarak değerlendirilmektedir. Bunu, “yönetsel yapının hukuksal altyapısı üzerine kurgulanması” olarak tanımlayıp; böylece yerel yönetimin emperyal güç odakları karşısında savunmasız kaldıklarına dikkat çeken Yiğenoğlu; sistem, en büyük bölgesel kalkınma gücü olan kalkınma ajansları tarafından monte edilip, sonra da yabancı odakların, yok edilen yönetici öznelerin yerini alarak, daha sonra da öne geçeceklerini belirtmektedir. (s.14) “Neden Çukurova” sorusuna yanıt arandığında da, “dünyada kalp ülkesi olarak bilinen Türkiye’nin” de kalbinin denizlere açılan, yazarın değindiği tanımla “Verimli (Altın) Hilal”ın bütünlüğünü yansıttığı Mezopotamya ve Mısır-Nil’den sonra “3. Delta” denilen Çukurova’nın tarihsel ve jeo/politik, stratejik özelliklerini gözden geçirmektedir…                        
İskender’in Pompeius’un, Sezar’ın at koşturduğu, Çiçero’nun şiirsel tılsımlı sözler söylediği Homeros’un bu bereketli Altınova’sında tarihsel bir gözlem yapıp; Hattisi, Hititi, Hurrisi, Mısırı, Fenikesi, Asuru, Persi, Yunanı, Makedonu, Roması, Bizansı, Ermenisi, Arapı, Selçuklu ve Osmanlısıyla bir uygarlıklar koleksiyonunu tarihsel bir seyir içinde irdelerken; Anadolu bağlantıları ve İpek Yolu’yla nitelendirilen Mezopotamya, Mısır-Nil ve Çukurova’nın oluşturduğu bu üç deltanın, Kafkaslar’la birlikte dünyayı besleyen petrol,  ürünlerinden oluşan enerji kaynağının yüzde 90’ını elinde tuttuğunu da belirtir.                       
Mersin Serbest Bölgesi’nin, İncirlik-ABD benzeri özel bağlantıları ile Mersin’de saraylarda yaşayan Barzani tayfasından söz ediyor yazar… Dünya ticaretinin % 25’nin yapıldığı Süveyş-Cebelitarık boğazlarıyla karşı karşıya olan stratejik ve jeo-politik konumdaki Mersin ve İskenderun limanlarının özelleştirilmedeki önceliğine dikkat çekerken; İpek Yolu’nun İskenderun’da denizle buluşması ile tatlı su gereksinimi nedeniyle kıyıları takiben yapılan yolculuk ile iki yüzyıl öncesine kadar gemi yapımının ham maddesi olarak kullanılan sedir ağaçlarının Toroslar’da bulunmasının farklılığına ek olarak, sosyo/ekonomik ve ticari ayrıcalıklara sahip olan Klikya korsanlarının bölgenin önemini artırdığına değinmektedir.    Tarihsel,siyasal, jeopolitik ve sosyo/ekonomik derinlikleri olan “Kumpas”ın dünden bugüne uzanan etkileşiminde, Osmanlı’yı evrensel düzlemde her anlamda etkisizleştiren kapitülasyonlardan Tanzimat ve Islahat Fermanlarına kadar olan gelişim süreciyle günümüzde yaşananlar arasında olumsuz benzerlikler kuran yazar; “Yaklaşık 160 yıl önce de yabancı tacirlere sağlanan ayrıcalıklarla ‘yurttaş’ rekabet güçleri ellerinden alınırken Anadolu bütünüyle bir açık pazar haline getirilmişti.” diyerek; “Mini Toprak Sisteminden 1858 Arazi Kararnamesiyle toprakta özel mülkiyete geçilmesinden sonraki süreçle günümüzdeki özelleştirmeler arasında benzerlikler de kurmaktadır. Kuşkusuz bunda,  Amerikan İç Savaşı (1861) nedeniyle pamuk üretimi yapılamaması sonucunda İngiliz sanayi durduğunda batının gözünü Çukurova’ya dikmesinin bir sonucu olarak, Ahmet Cevdet Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu Fırka-i İslahiye’nin, tüm direnmelerine rağmen Türkmen Aşiretlerini sürgüne gönderip, göçe zorlamasının demografik yapıyı değiştirme yolunda bir tehcir, yarası kabuk bağlamayan tarihi bir gerçek olduğu kadar; Adana-Mersin-Tarsus demiryolunun (68 km) yapımının da (1877) pamuk uğruna gerçekleştirildiğine değinir. Türkiye’de tarım kooperatifleri içinde bir tek Çukobirlik kapatılmıştır. Fiskobirlik ve Tariş duruyor”(s.39) Yüreğir’den Tarsus’a Paktaş’la Berdan arasında 40-50 bin işçinin çalıştığı büyük fabrikaların tamamı kapatılmıştır. Türkiye’de birçok fabrika kurtarılırken Adana’da bir fabrika kurtarılmadı; Güney Sanayi.” sözleri ise son yıllarda toplumsal ve insancıl bedeli ağır ödenen; Çukurova ve Adana köylüsü, çiftçisi, insanı için son derece acı bir ifadedir…         
Yerelden ulusala bir olumsuzluğa sürüklenen Çukurova’nın, pamuğunu, tarımını ve önünde günde üç vardiya servis aracı otobüslerinin insan taşıdığı o pamuğa dayalı dev tekstil fabrikalarını yitirmesi, 5-6 kat artan nüfusa göre, taşeron güdümünde olmadan 5-6 kat artması gereken fabrikalarla mevcudiyetini koruması gereken bir kent ekonomisinin vardığı noktanın ne yazık ki ağır bir bedeli olsa gerek. O “büyük köy”lülüğüne” özgü yoksullaştırılıp, işsizlik ve borç sıralamasında 1. ve 2. sırada yer almasıysa insancıl yönden oldukça olumsuzdur. Söylenecek söz kalmamıştır artık. Yazar da bu konudaki çığlıklarını bir anlamda “Haydar’ı Öldürmek” ve “Kırmızı Koku” adlı romanlarıyla bir çığlık olarak attığında söylemiştir zaten.   Adana’nın ulusal ekonomik doruklarından 22. sıraya düşüşü ve banka kredi kartı borçlusu ve Şırnak’ın ardından işsizlik sıralamasında ikinci sırada yer alması sonucunda, “en”lerle ekonomik bir kötü şöhret sahibi olan bu güzel kentin, “Binlerce işçi çalıştıran o fabrikaların neden kapandığı bugün çok iyi anlaşılmasına karşın, bugün o fabrika mahallelerinin işçilere dünyayı zindan edenlerin oy deposunu anlamak ise zor.” (s.314) gibi bir paradoks irononin, şah damarlarını “cellatına âşık” bir oburlulukla beslediğini de göz önünde tutmak gerekir ki, bu da, yazarın. “ ekonomik, sosyo/ekonomik, ticari vb. derinlikleriyle incelediği verilerde birçok şeye eleştirel yaklaşıp, Yeni Türkiye” şarkısına da koro halinde katılmayı reddetmesi sonucunu doğurmaktadır.             
Aydın, demokratik ve yurtsever bir yazar kimliğiyle, içte Güneydoğu’dan Çukurova’ya, Akdeniz’e; dışta Ortadoğu’dan Suriye’ye, Irak, Ortaasya’ya kadar uzanan araştırma ve inceleme ve değerlendirmesinde demografik yapının köklerine kadar inip, etnik kökenleri inceleyen Yiğenoğlu; Çukurova kaynaklı Akdeniz’e çıkış yolunu çizdiği Türkiye, Irak, Suriye ve Irak bütünlüğündeki Kürdistan oluşumuna kaygıyla değinip; Anadolu’daki Türk, Kürt, Arap, Alevi, Ermeni vs. kimlikleri irdelerken, PKK/KADEK’ten IŞID’e kadar yaydığı terörizm dalgasında eleştirelliğini sürdürmektedir.     
                    
ANADOLU, ”YENİ TÜRKİYE” VE ABD                              
Tüm bunların bugün ki uzantısı olarak ulus devlet sisteminin çökertilmesi, üniter yapının bozulması ve ulusal kimliğin zayıflatılmasının, “Yeni Türkiye” tasarımının çürük bir altyapısı olduğunu demeye getiren yazar; merkezi bir insan değişiminden, iktidar yanlısı tatminkâr siyasal çıkarlar sağlanmasının hedeflendiğinin altını bir anlamda çizmektedir.       Ve tüm bunlar içerisinde, iç ve dış göçle Adana’nın bugün geldiği boyut olarak gerilemesinin jeopolitik yönlü değinisinde de bulunan yazar; “bütünüyle güneyin, Kıbrıs’ın da güvenliğinden sorumlu 6. Kolordu’nun kaldırılarak tümen (6. Tümen) düzeyine indirilmesinin de bir ODGA (Olumsuz, Değersiz, Göstererek, Ayıklama) operasyonu olduğunu değerlendirmektedir. Din, inanç çizgisini biatla ilişkilendirmesini de siyasal gündemin olumsuzlukları arasında değerlendiren Yiğenoğlu; ABD’nin para sistemine müdahalede bulunarak, altına dayalı sistem yerine dolar sisteminin dünya ticaretini tekeline almasıyla günlük 10 tirlyon dolar olan dünya ticaret hacminin 300 trilyon dolara fırladığına dikkat çekip, dolar tekelinin kazanımlarını vurgularken; küresel ve globalist merkezi ticaretin, ekonominin buhranlara gidiş yolunu da oluşturabildiğini anımsatmaktan geri durmamaktadır. ABD’nin dıştan olduğu gibi içten de dünyayı ele geçirme hükümranlığının bir sonucu konumundaki küresel ekonominin kaynak, pazar, enerji ve tarım erkine sahip olup, toplumları yönetme istencine bir sürü toplumu psikolojisiyle karşı çıkan yazar; bu bağlamdaki, fantastik türden bazı ekonomik kurgularını ekonomist olmadığı gerekçesiyle çevresindeki ekonomistlere sormaktadır; iyi ki de ekonomist değildir yani!.. 1974’de kendini gösteren, sürpriz gelişiyle de “Utanç Duvarı” kaynaklı molalarla gurbetçiliğimin de rotasını çizen petrolün 1. Dünya Paylaşım Savaşı çıkışıyla, haritalara göz diken hükümranvari sinsiliği eyleme dönüşerek, bölge için de anahtar özelliği taşıması kaçınılmazdır sonuçta… Haçlı’dan Sevr’e, Mondrosa, 1. Paylaşım’a dal budak sararak ilişkilendirilen sürecin, her dönem farklı da olsa,  dünya patronluğunun tezgâhından geçmesi, emperyalizm kadar, Sarıkamış felâketi örneği olan bir hegomanyal hanedanlık etkili kumandanın daha çok yetersizleştirdiği o “hasta adam” güçsüzlüğü ile başa çıkılacak bir devlet sorunu olmadığı bilinen bir gerçektir. Dönemin bu askeri etkisinin dışında, ulusal bağımsızlık savaşına kumanda eden Mustafa Kemal Atatürk’ün, 15 yaşına kadar düşen ve ne yazık ki çoğu şehit olan askeri bir güç ve çöküşü durduracak top yekun bir ulusal duyarlılıkla salt kapitülasyonlardan Sevr’e, Mondros’a değil, Islahat’tan Tanzimat’a, Meşrutiyet’e kadar olan iç ve dış dönüşüm hedeflerinin tamamını bütünleştiren bir tamamlayış süreci olduğunu anımsamak da yarar var. Ve çok önemli bir şey var ki asla yadsınamayacak… “Ben de bu vakiiyyenin ilk hissi teşebbüsü bu memlekette, bu güzel Adana’da meydana gelmiştir” itirafıyla, Kurtuluş Savaşı öncesinde, konumuza kadar uzanan bir gizemlilikle Çukurova’yı işaret eder ki, bu işaret ettiği yerde bugün bir İncirlik Hava Üssü olması ise son derece manidardır.         
Yazar, “İki bin yıl öncesinde “Roma’nın büyük düşmanı M. Eupatör VI önderliğindeki Anadolu halkları tarafından bir gecede 100 bin Romalıyla yandaşının öldürüldüğünü unutmadı”ğına (s.34) dikkat çekse de, aslında ne unutuldu ki… Adını bir çırpıda anımsayamayacağım, birkaç yıl öncesinin Beçossi kılıklı bir İtalyan politikacısının, “Türklerin Anadolu’ya gelişine yaklaşık bir iki bin yıl sonra da olsa hâlâ itiraz etmesinin birçok savaşlarla birlikte Haçlı takıntısının güncel bir uzantısı değil de nedir?..                     
3. Dünya ülkelerinin aldıkları borç miktarının 2004 tarihi itibarıyla 2,5 trilyon dolar olduğunu da vurgulayan yazar; kendisini küresel imparatorluk kurucularından olarak tanıtan John Perkins’ın “5 yayınevinin yayınlamaya korktuğu..” ilginç itirafları da var sırada… Musaddık’tan Şah Rıza Pehlevi’ye uzanan emperyalist kumpasta Guatemala (1954), Ekvator (1981), Venezuela (2002) ve Irak (2003) darbelerinin kurgulandığı anlatıldığı kitapta (s.35); Kaddafi’nin öldürülmesi ve Arap Baharı vurgusundaki role değinilerken, “”Bu imparatorluğun yaratılmasına ben de katkıda bulundum ve suçluluk duygusu altında eziliyorum” (s.37) türden bir Perkins itirafı oldukça ilginç ve inciticidir de.                           
Doğan Grubu, Çalık Holding,  OVM ve SOCAR Enerji A.Ş.’nin başı çektiği bölgede ne oyunlar döndüğünü de örnekleriyle birlikte ortaya koyup; “Çalık Grubuna, bürokrasi eliyle Yumurtalık bölgesi peşkeş çekiliyor.”(s.121) tanıklığını ifade eden yazar; ”Yeni Türkiye”nin önce 12, sonra 26, daha sonra da 81 bölgeye ayrılmasına da eleştiri getiriyor. (s.88)  TÜRKONFEN’i yönetim, kalkınma, sanayi, tarım vb. yönlerden eleştiren, “dağ köylüsü madenci olsun” yaklaşımını geçersiz kılıp, ÇKA ve İKA bakış açıları ve “kültür köyü projeleriyle karşı çıkan yazar; Masanobu Fukuoka’nın ”Ekin Devrimi” adlı kitabına işaretle doğal tarımın başarı ve önemine de dikkat çekmektedir. (90)

AKDENİZ’DEN ORTADOĞU’YA                        
Çevre ve doğa konusu, tiz duyarlılık taşıyan somut örnekler ışığında başat bir izlek olarak yer alırken, Akdeniz’den Karadeniz’e, Ege’ye uzanan yer altı ve yer üstü değerleri ile doğal güzelliklerinin nasıl yağmalandığı da gözler önüne serilmektedir. Sağlık, ulaşım, enerji, nükleer enerji, doğa,  coğrafya, toprak katliamı, toprak satışı, iklim, su ve sonuçta yaşam,  yerelden ulusala, evrensele uzana başat kaygılar olarak genellik kazanmaktadır.             
NASA eski danışmanlarından olan iklim uzmanı John L. Casey’in “Karakış: Güneş nasıl 30 yıllık bir soğuk krize neden olur” adlı kitabı ile Patrick Bond’un “İklim Adaleti Siyaseti: Yukarıda Felç, Aşağıda Hareket” (2012) ve ABD’li araştırmacı Lester Brown’un “Uçurumun Kenarındaki Dünya”lar adlı yapıtlarının besleyici bir ivme ile “Kumpas”a güç verdiği de görülmektedir.                         
Yazarın “Güneşin Çocukları” dediği DAÇE’nin (Doğu Akdeniz Çevre Dernekleri) çevreci toplumsal duyarlılık adına geldiği boyutta Bergama’yı andıran bir Çoğuhan hüznü de  yok değildir… Kabarcık üzümü ve Dermason fasulyenin artık yetişmediği, toprakta verimin düştüğü, halkının yarıdan fazlasının kanser olduğu, Afşin/Elbistan Termik Santrali’nin hemen yanındaki Çoğuhan köyü dramının bugün için yaşanması bir insancıl facia olarak görülürken; doğumların sakıncalaşması, insanların ölmesi, “7.900 erken ölüm(2010) olayının yaşanması, Greepace Akdeniz’in “Sessiz Katil” çığlığının boşuna olmadığının da bir göstergesidir. (s.213) Suyu, doğayı ticarileştiren, bozan, zamanla yok eden Toroslar’la Amanosların HES’lerle katledilmesine sessiz kalmayan bir duyarlılık nöbetinin tüm yurdu sardığı; Karadeniz’de derelerin başında nöbet tutan, Muğla Yuvarlak çayda kesilen ağaçları bekleyen bilinçli ve duyarlı halk Saimbeyli’nin Pağnık denilen Kızılağaç köyünde de doğasına sahip çıkıyor; siyanura, HES’e, termik santrale savaş açıyordu.(s.208) Başbakan’ın önünde yığılan madencilik dosyası sayısı 12 bini (s.211), 35 bölgeye kurulan termik santrallerinin sayısı 200’ü bulmuştu ama ekosisteme yapılan müdahaleyi engelleyen, antisemitizmle de dayatılan çevreci yanılsamaya karşı bilinçlenen halk yaşamına ve çevreye sahip çıkan bir duyarlılıkla direne direne yasallıklarını onaylıyorlardı. Bunlara, “Bergama köylüleri” ya da çevreci ‘Kuvayı Mİlliyeci’ler...” de denilmeye başlanmıştı. Bergamalı kadınların “Burmalarını bozdura bozdura aldıkları topraklar uğruna torunlarını kaybetmeyi de göz almaları hep o kutsal toprak parçası içindi… “Bergamalı kadınlar topraklarını yabancılara vermek istemiyorlardı.” (s.281/282)  Onlar, “eli değneksiz dolaşılan köpeksiz köyün” sahibeliğine soyunan, alnı öpülecek, toprağın ve doğanın cesur kadınlarıydılar…                                      
İşte öyle bir özdeyişle, güncel bir araştırma kitabında belli belirsiz folklorik gönderme yapılırken; “vırtzırt” (s.86), “dımdızlak” (s.271), “imitimi” (s.270),  “sağıray” (Eylül-s.9) ve ”katır sidiği gibi akan su” (s.161) gibi nostaljik deyim ve özcüklerin de böyle bir araştırma kitabında yer alması insana biraz keyifli gelebilir.                 
Çevrecilik konusundaki son noktaya gelince…                         
Bunu, Adana Barosu Çevre ve Kentleşme Komisyon Başkanı da olan DAÇE avukatı İsmail Hakkı Atal’ın açıklamasıyla, iktidarın hukuk alanında yaptığı değişikliklerin bir sonucu olarak, çevre davalarının Danıştay’dan alınıp Ankara İdari Mahkemesi’nin artık yetkili kılınmasıyla, on yıl süreyle verilen hukuk savaşımın önü kesilmiş oluyor.” (s.234) gibi bir vurgu da, dayatma türden bir umutsuz sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır.  

”KARA DELİK TUZAKLARI”                        
İnsan, çevre, doğa, tarım, kent, kentleşme, turizm, ekonomi ve yaşam izleklerindeki vurgularla irdeleyici bir eleştirellik yolunda ilerleyen yazar; ulusallık, üniter yapı, özelleştirme, laik sistem bozulması, dinci gerici etki vb. olumsuzlukları da bu eğilimine katarak; kent konseyleri, kalkınma ajansları, ÇEAŞ, KEPEZ, TÜRKOFEN ve TİGEM çerçeveli ulusallıktan Güneydoğu, Kıbrıs,  Ortadoğu, ABD ve AB çıkışlı evrenselliğe kadar uzanan tarihsel derinlikli temel izlekler bağlamında, adeta başucu özelliği taşıyan karma bir ansiklopedik tarih oluşturmaktadır da bir yerde... Tarihten ekonomiye, siyasetten doğaya çok geniş bir yelpazede neden ve sonuçlarıyla derinlikler barındıran “Kumpas”ın,  adıyla çağrıştırdığı gibi, Türkiye’nin başına çorap örmek isteyenlerin adeta suçüstü yapılmak istendiği de, yazarın ‘aydın/yurtsever’ duyarlılığının esintisindeki araştırmacı hafiyeliğiyle pekâlâ algılanabilmektedir. “Kumpas” bu haliyle, derin sularda deniz feneri olmak gibi farklı bir işlev de üstlenir gibidir.         
Bu arada, kaygılı anlamlar içeren bazı anlaşmalar da var. Bunlardan biri de, “AKP hükümetinin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile ABD Dışişleri Bakanı Colin Powel arasında 3 Nisan 2003 Çarşamba günü imzalanan gizli anlaşma olduğu vurgulanmaktadır.  Yazarın ifadesiyle olduğu kadar, görüldüğü üzere de, dokuz maddesi de ulusal çıkarlarımıza tamamen aykırı ve bağımsızlığımıza gölge düşürmekten çok öte, Türkiye’yi adeta yok eden maddeler taşıyan bu anlaşmanın maddeleri de şöyle:“Türk ordusunun bundan böyle hangi gerekçeyle olursa olsun, sınır ötesi harekâtlarda bulunmayacağı; PKK/KADEK’e karşı egemenlik alanları içerisinde yapılacak olan askeri harekâtların ABD’ye bildirilip, izin alınacağı, alınmadığında ABD’nin ambargo ve  müdahale hakkını saklı tutacağı; Türkiye’nin, ABD’nin İran ve diğer Ortadoğu ülkelerine yapılacak askeri harekâtlarda, ABD’nin talep etmesi durumunda koşulsuz olarak üs ve taşıma kolaylıkları sağlayıp, askeri birlik vereceği; Türk ordusunun gücünün ABD’nin uygun bulduğu düzeye indirileceği; kurulmuş olan Kürdistan’ın, resmen ilan edildikten sonra, Türkiye tarafından da resmen tanınacağı; Abdullah Öcalan ve diğer dört lideri dışında bütün PKK/KADEK yöneticisi ve elemanlarına geniş kapsamlı af çıkarılacağı; Kamu Reformu ve Yerel Yönetimler Yasası çıkarılıp, Kürt nüfusun yoğun olarak yaşadığı şehir ve kasaba belediyelerinin özerkleşip, 4 yıl içinde de üniter devlet yapısı terk edilerek, federasyona geçileceği; KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ‘Arafat modeli’ uygulamasıyla devre dışı bırakılarak, bazı küçük değişiklerle Annan planının uygulanması ile Ege kıta sahanlığı konusunda Türkiye’nin Yunan doktrine daha esnek davranması ve Türk jetlerinin uçuş alanının daraltılacağı; Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleştirilip, sınır ticaretinde Ermeniler lehine düzenlemeler yapılacağı.” (s.383-384-385)       
Görülen maddeleri itibarıyla ulusal çıkarlarımıza son derce aykırı bulunan, deyim yerindeyse Türkiye’yi adeta bitiren bu anlaşmanın ardından, yönelelim o menem şey olan küresellik cambazlığına… İki cambaz bir ipte oynamaz denilse de, ABD ve AB, çıkarları söz konusu olduğunda, bir ipte pekâlâ da güzel oynayabiliyorlar… Aralarında günlük 2 milyar Euro ticari pazar potansiyeli bulunan ve taraflara yılda artı 460 milyar dolarlık ticaret hacmi sağlayan, dünya ticaretinin üçte birini elinde bulunduran ABD ile AB arasında “standart birliği” oluşturulması amaçlanarak yapılan bir anlaşma bu. Aralarına almak istemedikleri Türkiye’nin kaybı ise 95 bin istihdam kaybı ile birlikte yılda 20-25 milyar dolar zarardır. Modern kapitülasyonları hortlatıp, yazarın da değindiği gibi, Gümrük Birliği, tahkim vb. engellemelerle elini kolunu bağlayıp; ‘haydi aslanım, Nato’daşım, jandarmam…”  masallarıyla Türkiye’yi samimiyetsizlik çukuruna itenlerin bencil ve megaloman davranışlarıyla yüzlerindeki maske de düşmüyor mu?  
Ulusal anlamda olduğu kadar, özellikle bölgenin siyasetten ekonomiye tarihten çevreye, doğaya, demografi ve inanca değin geniş bir yelpazede sosyo-ekonomik/kültürel tarihini tutan Gazeteci-Yazar Çetin Yiğenoğlu’nun yurtsever bir eleştirel duyarlılıkla ortaya koyduğu “Kumpas”la bütünleşen çalışmaları önemli bir kaynakça niteliğindedir… Özelleştiri mi, pamuk mu, tarım mı, küreselleşme, globalleşme mi, tahkim mi, TÜRKOFEN mi; kent konseyleri, kalkınma ajansları, tarım kooperatifleri, yerel yönetimler, çevre, nükleer enerji mi; sanatsal, kültürel, tarih, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürellik mi; insan, toplum ve ülke mi; Adana, Çukurova, Sivas, Ortadoğu mu?...  Gireceksiniz yazarın yapıtlarına… Yeter ki taşıyabileceğiniz, sabrınızı sınayan sevgi dolu bir yürekle, naif bir özyargının erişebileceği barışçıl bir emeğiniz olabilsin…  Bölgenin her anlamda, sanatsallıkla özdeşen literatür kaynaklı bir tarihini oluşturan Çetin Yiğenoğlu’nun özgün kütüphane bloğu nesnel bir duyarlılığın taşıyabileceği kadar, bir hakkın teslim edilme bağlamında yadsınabilecek bir öznellik değildir. 

*(Kumpas/Çetin Yiğenoğlu/İnceleme/Karahan Kitabevi/Nisan 2015/416 sayfa)
 

YAZARLAR

  • Cuma 30.8 ° / 18.5 ° false
  • Cumartesi 31 ° / 16.7 ° false
  • Pazar 35.8 ° / 19.6 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • BIST 100

    9716,77%-0,05
  • DOLAR

    32,47% -0,17
  • EURO

    34,91% 0,40
  • GRAM ALTIN

    2434,93% 0,50
  • Ç. ALTIN

    3991,84% -0,04