Öykü: Aynur Gürül Turan
DÜŞÜNCE - SANAT VE TOPLUM 9.12.2021 15:10:00 1418 0

Öykü: Aynur Gürül Turan

MOLA EVİ

Bugün beş kişilik bir grup halinde gelmişlerdi. Her biri ayrı bir yere dağılmış olduğu halde duyulacakları kadar yüksek sesle sohbet ederek, arada şakalaştıklarını belli eden gülüşmeler eşliğinde yapıyorlardı işlerini. Yürüyüş parkurumun sonuna denk gelen bir alanda, arkadaşlarının arasında, uzaktan gördüm onu. Elindeki metal tarak süpürge ile sağa sola atılmış çöpleri, mevsimin soğuğuna, yağışına, rüzgârına yenik düşmüş sarıkahve yaprakları kendine doğru çekiyor, ayaklarının dibinde öbekliyordu.

Eserine, onunla tanışmamızdan çok önce rast gelmiştim. Üzerime yapışan miskinlikten silkinip uzun zamandır ara verdiğim yürüyüşlere geri döndüğüm bir gündü. Sabahın geç saatleri olmasına rağmen havanın soğuğu hâlâ kırılmamıştı. Dallarını belki günler öncesi, belki de henüz terk etmiş yapraklar adımlarımın altında, yürüyüş parkurunu takip ederek parkın etrafını turluyordum. Yiyecek bir şeyler bulma çabasında, yarı çıplak toprağa inip kalkan, kuğurarak sağa sola kaçışan güvercinler, sekerek ortalarda dolaşan tek tük saksağanlar, telaşlı bir ürkeklikle bir görünüp bir saklanan minik serçeler yürüyüşüme keyif katıyor, onları izlemek zamanın akışını hızlandırıyordu. Parkın kuytu sayılabilecek bir yerindeki bu mola evi -ne denilir bilmediğim için ona bu adı verdim- o gün gözüme ilişmiş, incelemek için yanına kadar yaklaşmıştım. Büyük bir çam ağacının yere yakın kalın dalları özellikle budanmış, farklı yüksekliklerdeki kalın çıkıntılarına değişik boyutlarda tahta parçaları çakılmıştı. Ağacın alt dalları raf niyetine kullanılan bu derme çatma tahta parçalarıydı artık.  Atıntı olduğu belli ufak tefek eşyalar her rafın üzerine rast gele sıralanmış, ağacın gövdesinde askı yerine geçen kimi çıkıntılara da bir iki poşet asılmıştı. Dikkatlice baktığımda bir minder, içine bir şeyler -yiyecek olması muhtemel- tıkıştırılmış, eski, ahşap, dikdörtgen bir kutu, tahta bir sebze-meyve kasası, biri spor biri yazlık kadın ayakkabısı tekleri, yıpranmış bir araba paspası, geniş iki tur sarılarak asılmış bir hortum parçası, su dolu büyük bir pet şişe, bir sonraki raflar olacağını düşündüren ağacın dibine rastgele bırakılmış tahta parçaları,  ilk gözüme çarpan eşyalar olmuştu. Kimi eşyanın üzeri -yağmur almasın diye olsa gerek- siyah poşetlerle özensizce kapatılmış, uçmasın diye orasından burasından bir kaç taşla sabitlenmişti. Gereksiz birçok şeyi toplamış olsa da bunu yapan bir çocuk olamazdı tabi ki… Böyle bir yer yapmaya neden niyetlenirdi ki insan? Toplanan buluntuların işe yarayacağına biraz olsun kanaat getirsem, birinin burayı, yabancı filmlerde gördüğüm ‘ağaç ev’ niyetine, çocukların oynaması için hazırladığını düşünebilirdim. Yapanı öyle merak etmiştim ki gözlerim etrafta bu düzenin sahibini nafile arayarak fazladan birkaç tur bile atmıştım. Değil yaklaşan, mola evine ilgili görünen birini dahi göremeyince, kafamda değişik senaryolarla, tahminler yürüterek, çaresiz eve dönmüştüm.

Canını köküne saklamış, neredeyse tamamen çıplak ağaçların ve yeşil çamların arasında yürüyüş yaptığım başka bir gün ancak tanışabilmiştim evin sahibiyle. Gözlerim onda, önceki günden kalma sorular aklımda, onun olduğu tarafa doğru yürüyordum. Ağacın hemen altına mindere oturmuştu. Yanında termos, elinde bardak, önündeki bir kaptan, uzaktan ne olduğunu göremediğim bir şeyler yiyordu. Uzaktan bakınca ilk anda bana, ‘Yaşını başını almış biri.’ dedirteceğini düşünmüştüm ama yanına yaklaştıkça gördüm ki yaşlı sayılmazdı. Başındaki yün beresi, elindeki yarım parmak eldiveni ve havanın soğuğundan koruyacak sıkı giyimiyle, düşkün biri gibi de değildi. Kendisine baktığımı fark ettiğini anlayınca, “Afiyet olsun.” diye seslenmiş, başımla da selamlamıştım.  Bir sonraki turumda kalkmış, çalı bir süpürgeyle soğuk, rüzgâr ve yağmur mağduru yaprakları süpürüyordu. O zaman anladım belediye çalışanı olduğunu. Aramızdaki mesafenin iyice kapandığı bir yerde, “Az kaldı, artık nasıl temizlersiniz bilmem bu parkı.” diye laf atmış, yakında işi bırakacaklarını söylemişti. Sonrasında kısa bir sohbet. Üç aydır maaşlarını alamadıklarından, eve nasıl ekmek götüreceklerinden dem vurmuştu. O anlattıkça üzülmüştüm haline; bu yaşta hala çalışıyor olması, geçim kaygısı içime dokunmuştu. Neden yaptığını soramadığım mola evinde böyle birkaç karşılaşmamız daha oldu, hatta telefonundan torunlarının fotoğraflarını gösterdiği samimi kısa sohbetlerimiz... Sonraki herhangi bir gün çayının yanına atıştırmalık bir şeyler getirme fikri de o zamanlarda yerleşmişti kafama.

Aslında tam da zamanıymış bugün! Böyle kalabalıklarken… Onları hararetle ve topluca çalışırken görmek, nicedir onun için kafamda tasarladığım ikramı bir türlü yapamamanın huzursuzluğunu körüklemişti şimdi içimde. Yanımda yiyecek bir şeyler getirmiş olsaydım ne iyi olacaktı; mola verdiklerinde atıştırırlardı. Soğukta üşümüş ve yorulmuşken hora da geçerdi…

Ben içimden hayıflanırken o, aramızdaki mesafeye aldırmadan bağıra bağıra “ Bugün ekibi topladım.” dedi. İçlerinden en genç görüneni kafasıyla işaret ederek, “Aha şunun daha aylık bi bebesi var. Şu poşeti açık tutan da bencileyin yaşını başını almış ama torun torba eline bakar.” Eliyle dinç, orta yaşlarda bir adamın olduğu tarafı gösteriyor bu kez, “Şu uzun olan var ya, o da yeni düğün yaptı. Oğlu askerde, gelini yanında. Haklarında konuşulduğu sırada başını bana çeviren görevlilerin her birini tebessüm ederek başımla selamlıyorum. “Anlayacağın hepimiz burdan kazandığımıza bakıyoruz ama kaç aydır kimsenin bizi gördüğü yok. Adam yerine koyup bir şey açıkladığı da yok! Mecburen borçtan yiyoruz. İşsiz güçsüz kalmayalım diye sabrettik, iş bırakmadık ama artık beklemenin de bir âlemi kalmadı.”

Bu tanıtma faslından sonra iyice eziliyorum, ne diyeceğimi bilemiyorum. Sabah sıcacık evimde zengin sayılabilecek kahvaltımdan utanıyorum. Yüzümdeki ifadeyi bile sorguluyorum. Zihnimi meşgul eden türlü dertlerim, tasalarım için kızıyorum kendime. Sıkılıyorum orada olmaktan. Aslında inanmadığım ama söylenmesi adet olmuş bir iki teselli cümlesi kurduktan ve Abdi Amca’yla vedalaştıktan sonra parkuru takip ederek yürümeye başladım.

“Hayat sana güzel be abla!” Yürüyüşüme henüz bir tempo tutturmuşken, aniden önüme çıkan temizlik görevlilerinden birinin sesiyle irkildim. Dalgınlıktan değil söylediğiyle irkilmiştim. Bir o kadar da afalladım. Neden, ne demek, ne anlamda, ne maksatla?... Birçok soru büyük bir hızla ardı ardına zihnimden geçti ama dilimde gayri ihtiyari, “Oradan bakınca öyle mi görünüyor?”sorusu ses buldu. Bir cevap vermeyip gülümseyen işçiye, “Ne diyeyim, bir gün sana da güzel olur inşallah!” diyerek sarsılmış bir şekilde yürümeye devam ettim. Bu diyalog canımı sıkmıştı. Kafam karışmıştı. Onun ya da onların mağduriyetlerinin sorumlusu ben ve benim gibiler miydi? Biraz kızmıştım. Az önce altında kıvrandığım sorumluluk duygusunun üzerimdeki baskısı da uçup gitmişti sanki… Zihnime hücum eden sorgulamaların kıskacından beni kurtaran, Abdi Amca’yı toparlanırken görmek oldu. Onun elinde süpürgesi, küreği, kolunun altında termosuyla parkın dışına çıkışını izledim. İşi bitip de böyle alet edevatı eline alıp gidişine daha önce hiç denk gelmemiştim; yürüyüşüm bittiğinde o hâlâ parkta olurdu hep. Diğer işçilerin çalışmaya devam ettiğini görünce, onun bu ani gidişi nedense dikkatimi çekmişti. Şaşkın bakışlarımın takibinde, uzaktan arkadaşlarına, “Elinize sağlık çocuklar! Hafta başı görüşürüz yine!”diye seslendikten, elini havada lalettayin sallayıp vedalaştıktan sonra, yolun karşı tarafındaki ara sokaklardan birine saptı. Bildiğim kadarıyla bize yürüme mesafesinde bir park daha yoktu. Elindekilerle çok uzun bir mesafe kat etmek de akıllıca değildi doğrusu. Hem başka bir parka gidiyor olsa arkadaşlarını da yanında götürmez miydi? Az önceki kızgınlığım bir anda büyük bir merak dalgasına kapılıp gitmişti; gayri ihtiyari Abdi amca’nın peşine takıldım. İzlendiğinden habersiz, sağlı sollu sitelerin arasından aheste aheste ilerleyerek ana yola çıkan bir yola yöneldi. Bomboş sokakta her an arkasına dönüp bakacağı düşüncesi beni öyle endişelendiriyordu ki, yaptığıma çoktan bin pişman olmuştum. Merak falan da etmiyordum artık. Köşeden sonra geri dönecektim. Az önce döndüğü köşeye gelip de onu tekrar gördüğümde, olduğum yerde donup kaldım. Abdi Amca ana yolun yakınında bir yere park edilmiş, beyaz, bakımlı, pahalı marka bir arabanın açık bagajının önündeydi. Süpürgesini, küreğini, termosunu bagaja bırakmış eldivenlerini çıkarıyordu. Onları da bagaja atıp, olduğum yerden ancak uçlarını görebildiğim tahta sapları eliyle şöyle bir ittirdikten sonra bagaj kapağını kapattı. Şaşkın bakışlarımın takibinde büyük bir özgüvenle aracın direksiyonuna geçti, içeride biraz oyalandıktan sonra arabayı çalıştırdı ve oradan uzaklaştı.

Yüzümde bir tebessümle geldiğim yere doğru yürümeye başladım. Evet, hayat güzeldi… Hem de çok güzeldi!

 

 

 

 


Haber Kaynak : ÖZEL HABER

faça okurun huzuruna çıkmaya hazırlanıyor      

ÖYKÜLER: Kafiye Müftüoğlu

ÖYKÜLER: Gülşen Öncül

Öykü: BAŞAR UYMAZ TEZEL

ÖYKÜLER: Sema Canbakan

ÖYKÜ: Nazire K. Gürsel

ÖYKÜ: Başak Savaş

ZİNCİR ÖYKÜLER: GÜLSER KUT ARAT

ŞİİR: SEMA GÜLER

ZİNCİR ÖYKÜLER: TUBA ÖZKUR AKSU

ZİNCİR ÖYKÜLER: AYŞEGÜL DAYLAN

ZİNCİR ÖYKÜLER: ADALET TEMÜRTÜRKAN

ÖYKÜ: İLKNUR GÜNEYLİOĞLU ŞENGÜLER

ÖYKÜ: Neriman Ağaoğlu

ŞİİR:  Yonca YAŞAR

ÖYKÜ: İlkay Noylan

ÖYKÜ: Güngör Ağrıdağ Mungan

SÖYLEŞİ: Nefise Abalı

Öykü: İlknur Güneylioğlu Şengüler

SÖYLEŞİ: AYŞEGÜL DİNÇER

Söyleşi: Ebru Yavuz

  • BIST 100

    9693,46%1,77
  • DOLAR

    32,58% 0,35
  • EURO

    34,75% 0,10
  • GRAM ALTIN

    2507,64% 0,95
  • Ç. ALTIN

    4181,01% 0,22
  • Cumartesi 24.8 ° / 13.8 ° false
  • Pazar 25.4 ° / 14.4 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Pazartesi 25.6 ° / 13 ° Güneşli