DÜŞÜNCE - SANAT VE TOPLUM 9.09.2021 12:15:00 2781 0

SÖYLEŞİ: MELTEM KOFOĞLU

“Geçti Bitti Meyhanesi” isimli ilk öykü kitabı kısa bir süre önce yayımlanan Seyhan Aslan HANOTTE ile öykücülüğü ve kitabı hakkında söyleştik.

“Ümit Kaftancıoğlu”, “Nezihe Meriç” gibi birçok öykü yarışmasında ödülleri bulunan Seyhan Aslan HANOTTE’nin içtenlikle yazmış olduğu öyküleriyle renkleri solan anılarımız yeniden canlanmakta. Türk öykücülüğüne yeni bir soluk getiren yazar, kendine özgü üslûbuyla da adından sıklıkla söz ettirmektedir.

Fransa’da yaşayan, aynı zamanda  heykeltraş ve mikrobiyoloji doktoru olan yazarın yeni çıkan kitabı; ışıl ışıl ve hayatın içinden çıkan hikâyelerden oluşuyor. Alakarga Sanat Yayınları tarafından basılan, birtakım tek başınalık ve annelik öyküleri içeren eser, bizleri çocukluk günlerimize geri döndürüyor.

 

Öykülerinizi yazmaya nasıl başladınız?

Sanat icra eden biri olmadığım halde kendimi sanatçı hissetmek gibi acayip bir hisle yaşamak bir yaştan sonra ağır gelmeye başlamıştı. İçimdeki o kıpır kıpır isteğin karşılığı ne olabilir diye kendime sorduğumda, ilk aklıma gelenler plastik sanatlara yatkınlığımdan dolayı resim ya da heykel idi. İlk olarak heykeli seçtim. Yazı ise çocukluk/ gençlik döneminde içimde yeşermiş, ama üstüne bir şey koymadığım için gerisin geriye derinlere gömülmüş, unutulmuş bir tutkuydu. Çok yıllar sonra, 2016 yılının ortalarında, bir yazar büyüğümün, Yaşar Günel’in ısrarıyla o tutku, gömüldüğü yerden tekrar filizlenmeye başladı.  Uzun süren bir ısrar döneminden sonra öyküye dair denemelere başladım ve bana çok iyi geldiğini fark ettim. Sanırım Yaşar abi sohbetlerimizde, kulağı çok iyi olup da hayatında eline hiçbir müzik enstrümanı almamış nice potansiyel müzisyen misali, bende de yazıya dair bir yatkınlık hissetmişti.

O dönemde çok düşkün olduğum annem ağır hastaydı. Çok üzgündüm. Üzgün olmak sanatın ateşini harlayan bir ruh durumu olduğu için de sonrasında kimsenin ısrarına gerek kalmadı öykü/yazı yazmak için.

Kısacası benim çoğu yazar adayı/yazar gibi edebiyat ile haşır neşir bir ömür geçirmişliğim yok. Bu yüzden yazıyı keşfettikten sonra zamanı iyi değerlendirmek adına, okuduğum kitapların niteliğine azami dikkat ettim.

 

Ne kadar zamandır Fransa’da yaşıyorsunuz?

2007’den beri. Mikrobiyoloji doktoru olarak, frankofon hocam Profesör Selim Badur sayesinde Fransa’ya sık sık formasyon amacıyla gidiyordum. Son gittiğim dönemde tanıştığım Fransız erkek arkadaşım evlilik teklifi edince, Türkiye’deki hayatımı olduğu gibi bırakıp Fransa’ya yerleştim.

Yurtdışında yaşıyorsunuz ve Türkçe’yi ustalıkla kullanıyorsunuz. Coşkulu ve capcanlı cümlelerle bezeli hikâyeleriniz. Kendinize özgü ve alışılmışın dışında bir diliniz var. Etkileyici, kıvrak, derinlikli bir dil. Bunun sırrı nedir?

Böyle düşündüğünüze çok sevindim. Bu anlamda sizinkine benzer epey olumlu dönüşler aldım. Yazan kişi marifetlerinin veya eksikliklerinin çok da farkında olmuyor aslında. Dediğim gibi eşim Fransız, çocuklarım da daha çok Fransızca konuşmayı tercih ediyor. Bu yüzden açıkçası belleğim Türkçeye dair incelikleri unutmaya yüz tutmaya başlamıştı. Yazının bir yararı da bu oldu. Unuttuklarımı yerine koymaya, üstüne eklemek için derinlerine inmeye başladım. Sonrası sanırım kişiye özel bir yatkınlık durumu.

Sanatçı/yazar bilinçdışındaki öğelerle yaratıyor. Yani insanın bilinç düzeyinde tanımadığı bir başka “kendisi” var. Onunla iletişimi kurabilecek araçları iyi kullanırsanız nazlanmadan sizi ve kendini satır aralarına sürükleyiveriyor. Bu araçlar, duyumlarınızı, algılarınızı, hislerinizi dürtüp coşturan herhangi bir şey olabilir; müzik, fotoğraf, şiir...Ben en çok müzikten yararlanıyorum. Yazıya başlamadan önce kafamdaki hikâyenin tabiatına dair bir müzik gönderiyorum ruhumun ikinci katına. Yavaş yavaş hislendikçe bir bakmışım o ‘ikinci ben’ başını uzatıvermiş bile. Bazen coşup öyle kaptırıyor ki, sonradan yazdıklarıma dönüp baktığımda, bunu ben mi yazdım dedirtecek denli şaşırıyorum. Dediğim gibi bu işin sırrı onda, bilinçli bende değil.

Ama yine de öykülerdeki bahsettiğiniz “kıvrak, canlı” dilin temeliyle ilgili olabilecek birkaç konuya değinmem lazım. Bunlardan birincisi, öykülerimde  konuşmalar, anlatımlar dışında sesler de eklemeyi seviyor olmam.  Bu bir şarkı-türkü,  damlayan bir musluk sesi, bir kız çocuğunun kafasındaki tren sesi olabiliyor mesela. Bu da öyküyü renkli, canlı ve ritmik kılan etkenlerden biri sanırım.

Bununla ilgili ikinci konu ise; ben yazıya başladığımda yazdığım karaktere bürünüp onun benliğinden dünyaya bakıyor ve oradan sesleniyorum -aslında sanırım benden iyi bir tiyatro oyuncusu olurdu-. Ve hatta bazen öyle kaptırıyorum ki bütün gün o karakter gibi dolaşıyorum etrafta.

Yine dil konusunda son olarak söylemek istediğim –benim de çok önem verdiğim-, doğru sözcüğü kullanmanın son derece mühim olması. Her sözcüğün -mecazi anlamı dahil- birkaç anlamı var, ya da benzer anlama gelen birkaç sözcük var. Kelimeyi doğru seçmek anlamda, hissettirilmek istenende nüansı vermek açısından çok önemli. Fransızca dili bu anlamda örnek verilecek bir dil mesela. Türkçede de bu anlamda dilin olabildiğince imkânları zorlanmalı diye düşünüyorum. Tabii bir kelimenin -bu bir ad olur, fiil olur vb- her insanda uyandırdığı duygular değişik olabiliyor kişisel yaşanmışlık farklılıklardan dolayı. Yani kısacası dilin günlük kullanımı buzdağının görünen kısmı. Yazı yazan buzdağının altındaki kısmı ile de ilgilenmek zorunda. Ben öykülerimde sezgilerimle, bilinçli beynimi ortak kullanarak doğru sözcükleri bulmaya çalışıyorum.

Özet olarak söylemek gerekirse üslup insanın karakteriyle, ruhuyla, iç dünyasıyla ilgili bir şey. Bu yüzden en çok da  içgüdüsel bir temeli var, sonrasında bu içgüdüsel temele etkilendiğiniz yazarlardan, metinlerden, dil bilgisinden eklemeler yapıp kendi tarzınızı yaratıyorsunuz. Benim için bu süreç kendiliğinden gelişti.

Öykülerinizde okuru adetâ karakterlerinizin yanına alıyorsunuz. Okur bir yandan karakterlerin serüvenlerine katılıyor, bir yandan da yaşadığı hayatı düşünüyor. Kitabın kapağını kapattıktan sonra kendi geçmişini sorgulamaması mümkün değil gibi... İnsanları hikâyelerin içine dahil eden bu öyküleri yazarken nelerden ilham aldınız?

Açıkçası insancıl biri (hayvancılım da aynı zamanda) olmamın çok büyük rolü var. İnsancıl olmanın en temel nedeni yoğun empati duygusuna sahip olmanız. Empati hissiniz gelişkin olunca hikâye antenleriniz de kendiliğinden sonuna kadar açılıyor. Tabii böyle biri olunca sürekli başkalarının acısına duygudaş olurken buluyorsunuz kendinizi. Misal küçükken bir otobüs dolusu turistin otobüsün içindeki bir yangınla can verdiğini duymuştum. Kimse çıkamamıştı diye hatırlıyorum. Günlerce kendimi kapalı bir otobüste alevler arasında hissedip uyuyamamıştım.  Aklım bu denli bir acıyı alamıyordu. Böyle örnekler çoktur hayatımda. Büyüdükten sonra,  yaşayabilmek adına duyarlılığımın ayarını biraz kısmak zorunda kaldım ama hâlâ acıların, zorda kalmaların sesini çok iyi duyup kendimi bu acıları çekenlerin yerine koyabiliyorum. Böyle olunca hikâyeye dair imgelerin zihinde canlanması ve hayal kurmak da daha kolaylaşıyor. Bu öyküde samimiyeti de getiriyor beraberinde. Yani sözün kısası, dil konusunda bahsettiğim gibi, ben kıyıda durup, olanı biteni seyrederek değil de ancak hikâye kahramanlarının gözünden dünyaya bakarak aktarabiliyorum. Zaten sanatla ilişkim de bunun üzerinden gelişti. Yaşamak bazı insanlar için çok zor. Benim derdim  de onların yaşadığı çaresizliği, çıkışsızlığı, sıkışmışlığı dil üzerinden okura/sanatsevere duyumsatmak, gerçekliğin sınırlarını yapabildiğim derecede genişletebilmek. Okur öyküyü okurken kendi gerçekliğinden çıkabilip karakterin gerçekliğini tecrübe edebilmeli, duygularını hissedebilmeli. Misal, Tepeler ve Odunlar öyküsündeki çaresizliğin içine gömülü kadın karakterin yanına dizini kırıp oturabilmeli. Tabii bu anlatılanlar bir yaşamdan bir parça, gerisini ya da öncesini okura düşündürebiliyorsam ne mutlu bana.

Bütün bunlardan sonra şunu soruyu sorabiliriz; yazarın belirlenmiş bir misyonu olmalı mıdır? Bu tartışılır belki ama benim için,  sanat itkimde, nesnel olarak yardım edemediklerimin en azından sesini duyurabilmenin epey önemli bir rolü var. Bu arada artık yaşama alanım farklı olduğu için Türkiye’de yaşanılanlara direkt şahit olamıyorum. Bu yüzden birçok şeyi anlamada uzak düşüyorum. Bu bir zorluk benim için. Sonuçta oranın insanlarının öykülerini yazıyorum daha çok. Son zamanlarda iyice kötücül bir evren yaratıldı orada yönetenler tarafından. Şimdilik zihnime kazılanları satırlara aktarmaya çalışıyorum ama sanırım artık sık sık oraya gelip gözlem yapmam gerekecek.

Kapakta kilden bir heykel görüyoruz. Bir sandalda tek başına oturan bir insan figürünü. Oturduğu yerde başı öne eğik,  amaçsızca etrafa boş boş bakınıyor.  Dalgalar onu nereye götürse oraya gidecekmiş gibi…

O adamın duruşundaki alt metin ona bakana göre değişir. Sanat böyle bir şey zaten.  Ben de sizin okumanıza benzer duygularla yapmıştım bu heykeli. Bu dünyada hepimiz “tek başınayız”. Birçoğumuz bunu en başından beri hissediyor. Bazılarımız ise bu sistemin içinde kendini gerçekleştiremediği için hayatının bir döneminde buna uyanıyor ve yaşamına yabancılaşmaya başlıyor. Koskoca bir dünyanın içinde herkes kendine ait bir dünya.  Hepimiz zihnimizin sınırları kadar varız ve o sınırlar kasti olarak dar tutuluyor sistem tarafından. Herhangi bir evli erkeği alalım örnek olarak. Genel kabullerden dolayı, bir aileye sahip olma, para kazanma, “erkek adam” olma,  koca ve baba olarak bu dünyadaki varlığını sürdürme baskısını bir an üzerinden kaldırdığınızda gerçek istekleriyle karşılaşacak ama angaje olduğu sorumluluklar yüzünden dediğiniz gibi bu isteklere boş boş bakmaktan başka bir şey yapamayacaktır. Kendine ait dalgalar üzerinde sürüklenmeye bırakılmayan tonlarca insan var bu dünyada.

“Dijon’a gidiyoruz” isimli öykünüzde güçlü bir kadının hikâyesine şahit oluyoruz: O da bir anne. Karşısına çıkan her türlü soruna çözüm buluyor. Hikâyeyi kendisiyle gurur duyan kızından dinlemekteyiz. Bu öykünün çıkış noktası olarak ayakları üzerinde dimdik duran kadının gücünü alabilir miyiz?

Kadın cinsinde incelenmesi gereken ciddi bir başa çıkma, dert, sıkıntı kaldırma, doğuştan gelen bir bilgelik, güçlülük, dayanıklılık durumu var. Alıştığımız için sıradanlaştırdığımız bu durum üstünde düşünüldüğünde aslında çok şaşırtıcı, etkileyici bir olgu olduğu görülebilir. Tabii bunun antropolojik, sosyolojik ve biyolojik temelleri olduğu kesin. Bizim gibi toplumlarda kadın o doğasından gelen gücü sonuna kadar kullanmak zorunda bırakılabiliyor. Ama bir bakıyorsunuz prenses gibi büyütülmüş bir kadın da şartları bozulduğunda ciddi uyum sağlayabiliyor.

Kitabınızda Nurullah isimli bir güvenlik görevlisinin mizahla yoğrulmuş trajik hikâyesi de var. Başına gelen onca olumsuzluğa rağmen asla ümidini yitirmiyor. Bir nevî polyannacılık oynuyor. Galiba sadece Nurullah değil, hepimizde az çok yanlış iyimserlik var gibi değil mi?

Aslında o öyküdeki Nurullah, benim en acıklı bulduğum karakterlerden biri. Sonunda onun bir katil olduğunu anlıyoruz ama ona kızamıyoruz. Çünkü bir türlü aradığı mutluluğu bulamadığı gibi bir de üstüne alay edilen, görünüş, statü, eğitim açısından alt kademede biri olarak görüldüğü için çemberin dışına itilmiş çok ötelerdeki biri. Öyküde anlatıcı, kamerayı zaman zaman bekçinin odasından zihninin içine kaydırır. Okur da böylece Nurullah’ın içindeki doyurulmayı bekleyen coşkulu ama çok da gerçekçi olmayan sevilme ve sevme isteğine şahit olur. Gerçek hayatta kimse kimsenin kafasından ve gönlünden geçeni bilemez, kimse kimsenin gözüyle bakamaz yaşama. İnsan dediğin kendine bile koca bir sır. Bu öyküde o sırrın, gizemin bir boyutu bize görünür olur bir süreliğine.

Kısaca, insanların görünmeyen yüzlerinin, görünenlerinden daha çok olduğuna, bir sonuca bakarak insanlar hakkında karar vermeden önce o sonucun oluşmasına neden olan unsurlara bakmanın gerekliliğine dair bir hikâye Damla öyküsü. Neden sonuç ilişkisi bazen öyle karmaşıktır ki, zihnimizdeki kodlanmışlıklarla anlaşılamayacak durumlar vardır. Misal Nurullah büyük ihtimalle küçüklükten beri ne ailesi tarafından ne toplum tarafından sevilmiş, itilip kakılmış, yalnızlıktan çıldırarak onu bu hale sokanlara karşı şiddeti mübah görecek denli gerçekliği çarpılmış biridir belki de.  Yine de her defasında dediğiniz gibi “yanlış iyimserliklerle” hayata tutunmaya çalışır, ama dışardakiler sadece onun cani tarafını görür.

Öyküleriniz bir yandan yüzümüzü güldürürken öte yandan hüzünlendiriyor; bir yandan hüzünlendirirken öte yandan da güldürüyor. Olağanüstü renkli cümlelerle bezeli hikâyelerde mizâhla hüzün iç içe geçmiş gibi. Örneğin, “Düğün” isimli öykünüzde bir düğünlük şımarık insanların dansları ile neşeleniyoruz; genç bir kızın istemediği bir adamla ailesinin zoruyla evlenmesine de üzülüyoruz.

Evet bazı öykülerde –ki o öykülerim en kısa zamanda yazılanlar genelde- mizahı, hüznü aktarma aracı olarak kullandım. Mışım desem daha doğru olur. Zira bilinçli bir seçim değildi. Şu bahsettiğim bilinçaltındaki, nükteyi, ironiyi seven “diğer ben”in eline veriyorum kalemi tamamen o öykülerde.

Mizah, sanat ve edebiyatta aktarım biçimlerinden biri. Açıkçası ben de bazı yazarlar gibi neyin aktarıldığından değil de o şeyin nasıl aktarıldığıyla çok ilgiliyim. Bu anlamda özgün ve farklı olabilmeyi de mümkün kılan sihirli bir araç mizah. Bir de bazen anlatılan hikâyenin -sırf konusu itibariyle bile-hüzün dozu o kadar yüksek oluyor ki ajitasyona düşme tehlikesi için bir çare aramanız gerekebiliyor. Mizah bu anlamda da çok etkili bir tampon.

Bahsettiğiniz Düğün adlı öyküde ise zorla evlendirilen bir genç kızın dramı söz konusu ama kız öyle nükteli bir dille anlatıyor ki zoraki düğününü, içimizde onun bu dramın altından elbet bir gün kalkabileceğine dair bir umut bile doğabiliyor.

Çocukluk anılarımız ve belleğimizde tuttuğumuz her şey en derinlerde  bulunan hazineleri ihtivâ ediyor. Hazine sandıklarımız ise yaşam kaynağımız olan annelerimiz ile dolmaya başlıyor. Belki de, onları kaybettiğimiz zaman hayatımızda yeri doldurulamayacak birçok şeyi kaybediyoruz, öyle değil mi?  Kitabınızın başında da ithaf ettiğiniz gibi, öykülerinizde anne özlemini ve sevgisini çok yoğun bir biçimde hissediyoruz. Özellikle son öykünüzde olduğu gibi…

Aslında okuyanlar görmüştür ki kitaptaki annelere dair öykülerde kesinlikle anneliğe güzelleme yapılması söz konusu değil. Bin bir türlü anne ve bin türlü anne-çocuk ilişkisi var. Şair Arthur Rimbaud ‘nın annesi gibi ruhsal yıkıma uğratıcı anneler de var, Marcel Proust’un annesi gibi fazla koruyucu, fazla idareci anneler de var. Sizin çok güzel bir benzetmeyle hazine sandığı olarak betimlediğiniz insan belleğinde, annenin (genelde ebeveynin) izleri bütün ömür boyunca kalıyor. Öyle ki o izlerin, insanın nasıl biri olacağına, ömrünü nasıl geçireceğine, insanlarla ilişkilerine, mutlu olup olamayacağına ve bir sürü şeye daha direkt etkisi olabiliyor.

Ama genel anlamda, annelik doğası itibariyle çok ilgimi çeken bir olgu. Kendimden biliyorum. Çocuklarım için her türlü deliliği yapabilirim.  İnanılmaz bir itki. Yukarda bahsettiğiniz kitabın en son öyküsünü otobiyografik bir mektup olduğu için aslında kitaba koyup koymamakta çok tereddüt ettim.  Öyküde duygunun direkt verilmesi çok istenen bir şey değil ve bu öykü de otobiyografik olması nedeniyle tabiati gereği  anlatanın hissiyatı satır aralarında çok belirgin. Uzun bir kararsızlık sürecinden sonra, kitabı anneme ithaf ettiğime göre bu son öykü için okurun anlayışlı olacağını düşünüp ekledim ben de.  Benim annem tam anlamıyla bilge annelerdendi ve çok sevgi doluydu çocuklarına karşı. Böyle biri hayatınızdan eksilince dediğiniz gibi hayatınızda yeri dolmayacak bir sürü şeyi de kaybediyorsunuz. Bu öykü de benim anneme hissettiğim gibi annesine yoğun sevgi ve hasret duyanlarla ortak öykümüz olsun.

En çok hangi yazarların eserlerini okumayı tercih edersiniz? Üslûp olarak kimleri  kendinize en yakın görüyorsunuz?

Bu zor bir soru. Çoğu yazar buna çok çabuk cevap verebiliyor ama ben zorlanıyorum zira henüz okumadığım o kadar çok yazar var ki. Belki de okuduğumda tamamen yazı anlayışım değişecek ve burada verdiğim cevap eksik kalacak. Ama şimdilik söylemem gerekirse; yerlilerden Onat Kutlar, Oğuz Atay, Leyla Erbil, Feyyaz Kayacan gibi elli kuşağı yazarlarını dönüp dönüp okuyorum. Yeni kuşak yazarlarda da müthiş isimler var. Onları keşfim henüz bitmedi. Yabancılardan ise Dino Buzzati, Etgar Keret, Tarjeii Vesaas, İtalo Calvino, Edgar Allan Poe, Carys Davies, Yan Lianke ‘yi sayabilirim. Üslûp olarak açıkçası bu saydıklarımın her birinde kendime yakın bulduğum farklı farklı unsurlar var.

Dünyada ve Türkiye’de popüler kültürün etkisi ile yazınsal eserlerin evrildiğini hissediyor musunuz?

Her alanda olduğu gibi popüler kültür ve derin kültür ayrı ayrı kulvarlarda, kendi hızlarına göre ilerliyor. Belki postmodern akımın etkisiyle sınırlar biraz birbirlerine karışmışsa da  herkesin evreni herkese şeklinde.

Tür bakımından neden öykü yazmayı tercih ettiniz? Başka türlerde de eserler vermeyi düşünüyor musunuz?

Yazıyla ilk tanışmada, derinleştirmede, edebiyatı anlamaya çalışmada öyküyle başlamak doğal bir süreç. Daha sonra isteyen istediği türle devam edebilir. Kurgu yapmayı ve farklı dil deneyimleri yapmayı sevdiğim için öykü bana gayet uygun bir tür. Yine de kurgu ve dil ile deneyimimi novella veya romanda da denemek istiyorum. Tabii biraz göz korkutan bir istek zira öyküde metnin kontrolü biraz daha kolay ama daha uzun metinlerde iskeleti iyi kurmak, sonra o iskeletin üstüne dolguyu doğru, dengeli bir şekilde doldurmak sıkı bir çalışmayı ve pür dikkati gerektiriyor.

Son olarak, “Geçti Bitti Meyhanesi” hakkında ne söylemek istersiniz?

İlk kitap olarak içime sinen bir kitap olduğunu söyleyebilirim. Geriye dönüp baktığımda içim rahat olacak diye düşünüyorum.

Söyleşiniz için teşekkür ederiz…

Ben teşekkür ederim. Güzel sorularınız sayenizde benim de kitabım ve yazı maceram  hakkında tekrar düşünme imkânım oldu.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Haber Kaynak : ÖZEL HABER

faça okurun huzuruna çıkmaya hazırlanıyor      

ÖYKÜLER: Kafiye Müftüoğlu

ÖYKÜLER: Gülşen Öncül

Öykü: BAŞAR UYMAZ TEZEL

ÖYKÜLER: Sema Canbakan

ÖYKÜ: Nazire K. Gürsel

ÖYKÜ: Başak Savaş

ZİNCİR ÖYKÜLER: GÜLSER KUT ARAT

ŞİİR: SEMA GÜLER

ZİNCİR ÖYKÜLER: TUBA ÖZKUR AKSU

ZİNCİR ÖYKÜLER: AYŞEGÜL DAYLAN

ZİNCİR ÖYKÜLER: ADALET TEMÜRTÜRKAN

ÖYKÜ: İLKNUR GÜNEYLİOĞLU ŞENGÜLER

ÖYKÜ: Neriman Ağaoğlu

ŞİİR:  Yonca YAŞAR

ÖYKÜ: İlkay Noylan

ÖYKÜ: Güngör Ağrıdağ Mungan

SÖYLEŞİ: Nefise Abalı

Öykü: İlknur Güneylioğlu Şengüler

SÖYLEŞİ: AYŞEGÜL DİNÇER

Söyleşi: Ebru Yavuz

  • BIST 100

    8718,11%-1,25
  • DOLAR

    32,33% 0,16
  • EURO

    35,17% -0,02
  • GRAM ALTIN

    2243,92% 0,03
  • Ç. ALTIN

    3950,05% 0,00
  • Salı 15.1 ° / 9.5 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Çarşamba 19.1 ° / 9.6 ° Orta kuvvetli yağmurlu
  • Perşembe 16.4 ° / 10 ° Orta kuvvetli yağmurlu