YAZARLARA VE ŞAİRLERE SORDUK: LÜTFİYE AYDIN
DÜŞÜNCE - SANAT VE TOPLUM 23.09.2021 14:48:00 2109 0

YAZARLARA VE ŞAİRLERE SORDUK: LÜTFİYE AYDIN

Türkiye'de, yazmak isteyenler nedense hep yabancı edebiyatçıları örnek alıyor, onların deneyimleri üzerinden bir fikir geliştirmeye çalışıyor.

Bu anlamda “Yeni Adana’da Düşünce-Sanat ve Toplum”  olarak bir eksikliği giderme çabası içine girdik. Değerli edebiyatçılarımızın katılımıyla kapsamlı bir bellek oluşturmaya çalışacağız. Yazar adaylarına yol gösterici olacağına inanarak… Bu haftaki konuğumuz kıymetli yazarımız Lütfiye AYDIN

 

Kitaplıksız bir evde büyümeme karşın, en iyi arkadaşım –nedense-kitaplar oldu hep. Yirmi yaşıma dek yaşadığım Gaziantep’te o zaman solunan zengin kültür/kitap ortamından yararlanabilen şanslılardan olmadan önce de üzerinde yazı olan her kağıdı severdim. Fakat, asıl ders kitaplarındaki okuma parçalarına duyduğum ilgiyle başladı okuma merakım. Uygun iklimi bulmayabilirdi de buldu ama. Bu sevgiden olmalı, okula başlamadan sökmüştüm okumayı. Daha sonra da hemen her okulda  bulunan okul, sınıf kitaplıklarıyla olduğu kadar Şehir kütüphanesinden aldığım ödünç kitaplarla da beslendim. Yazmaya olan ilgimi de bu belirlemiş olmalı. Fantazya bile diyemeyeceğim tuhaf bir de düş var o günlerden: 11-12 yaşlarında bir kız çocuğunun ‘roman yazma susuzluğu’ neyle açıklanır bilemem elbet. Ne kadar uğraşsam da bir paragrafı geçmeyen romandan(!) vazgeçmenin unutulmaz acısını da okumakla yenmiş olmalıyım.

Kitap satın alacak paramız yoksa da, ödünç kitaplar okumak, o zaman bir gelenek gibiydi. Bir arkadaşımdan edinip okuduğum Paul ve Virginie’den sonra ağabeyimden alıp okuduğum İki Çocuğun Devrialemi, bir komşu kızının getirdiği Pardayyanlar, evdekilerin tepkilerine karşın, içercesine okuduğum kitaplar. Külliyat merakım da o günlerden olmalı. Sonra da, bütün çağdaşlarım gibi  Kerime Nadir, Muazzez Tahsin, Esat Mahmut Karakurt kitapları… Karşılaştığım gerçekçi ilk kitap, Cevdet Kudret’in ”Havada Bulut Yok” romanı olmalı. Kayseri’de geçen olay, kızlarına uyaklı adlar koymaktan başka hüneri olmayan alkolik resim öğretmeni Basri Bulut’un sefil öyküsü beni niçin öylesine etkilemişti; bugün bile yorumlayamam. Tıpkı, nereden geldiği belirsiz bir tohumun betonda çiçek açmasına benzettiğim bu  ‘roman yazma tutkusu’ da açıklaması zor bir duygu.

Meraklı bir çocuktum; öğrenmeyi seviyordum. O zamanlar çay ocağı işleten babama yardım ederken, sabahtan akşama sokaklardaydım. Belki de bi nedenle çabuk büyüdüm. Ortaokulda, ödev  olarak yazdığım ilk öyküm bu dönemle ilgiliydi. O sırada kimi arkadaşlarımın yazdıkları sanırım Doğan Kardeş’te yayımlanırdı, haset mi yoksa imrenme mi; mahzunlaşırdım. İlk kitabım İkili Yalnızlık’ta bu çağların izleri çok belirgindir. Yaşayıp gözlemlediklerimle okuduklarım bende yazma duygusunu kışkırtıyor olmalıydı. Ancak akşamları okuyabildiğim, elden ele dolaşan ödünç kitaplarla başlayan ‘kitap deliliğim’ nedeniyle günün birinde, Gaziantepli okuryazarların uğramadan edemediği Arif Güzel’in kitapçı dükkanına benim yolum da düşecekti. Öğretmen Okulu öğrencisi  Lütfiye Birecikligil olarak, hem edebiyat dergilerini, hem de aradığım kitapları Arif Amca’dan edinmek, okuldaki edebiyatçı arkadaşlarla paylaşıp tartışma şansını bulacaktım. Artık bütün dünyamı şiir dolduruyordu. Dönemin modasına uyarak, Şelda Birecikligil takma adıyla yazdığım ‘şiirlerim’ amatör bir yarışmada iki derece birden aldıktan sonra ben de kendimi şair saymaya başlamış olmalıyım. (Bir dönem şiire bulaşmayanımız yoktur malum; şairlik en belirgin özelliğimizdir.)Ancak bu heves de tez bitecekti:1961 Anayasası’nın sunduğu özgürlük ortamında, gerçeğin duvarlarına toslayınca, o güne dek tanıdığım bütün manzumecileri bir yana  itecek, gerçek/gerçekçi  şairlere yönelecektim. Gün yüzüne çıkıp hızla yaygınlaşan toplumcu şairleri; Nazım’ı, A. Arif’i, E.Gökçe’yi, H.Hüseyin’i tanımak, varolan birikimin  yepyeni bir mecraya evrilmesine neden olacaktı. O güne dek “Başını taştan taşa çarpan avare su” birden dinginleşecekti sanki. Yirmi yaşıma dek  yazdığım-günlükler de içinde- bütün karalamaların sığlığını ayrımsayınca, şiir defterini ağlaya ağlaya yakarken duyduğum büyük acıyı unutamasam da önümde  açılan yepyeni bir ufkun beni başka yerlere çağırdığını sezinliyordum. Yalnızca sezgi ama…

Gaziantep Saçaklı İlkokulu’nda başlayan öğrenimim, Kız Orta Okulu’nun ardından, Gaziantep Erkek İlköğretmen Okulu’nda sürmüştü. Kısa süre köy öğretmenliğinin ardından, şimdiki adı 9 Eylül Üniversitesi olan İzmir/Buca’da Türkçe Bölümü’ne girdiğimde bir başka kentte, apayrı bir dünyadaydım: Eski adı Paradiso’ya layık gerçek bir cennet olan, bir bakıma en güzel yıllarımı yaşadığım Buca, o güne dek içimde birikip göllenen bütün özlemlerime yanıt verebilecek müthiş bir mekandı. Vaktiyle bir Fransız soylusunun av köşkü olan, her anlamda görmüş geçirmiş bir yapıydı Forbes Köşkü. Yüksek tavanlı zengin kitaplığında zamanı unutarak külliyatlar devirirken, kendimi Batılı soylular gibi duyumsardım. Zaten aldığım eğitim de edebiyat eksenliydi. Bu ortam, asıl yörüngemi bulmama neden oldu sanırım. Kompozisyon öğretmenim efsane eğitimcilerden İbrahim Zeki Burdurlu, Batı Edebiyatı Öğretmeni Belkıs Zincirkıran, dilbilgisi derslerini Orhan Veli şiirleriyle işleyen, Latince de bilen  Batı Amca dediğimiz İrfan Kantarcı gibi örnek eğitimcilerin soylu çabaları da seçimimde belirleyici olmuştu sanırım. Ortaokulda ödev olarak yazdığım ilk öyküden sonra belki de gerçek anlamıyla ilk öykümü o dönemde yazacaktım.1970 yılında, Burdurlunun seçimiyle de, İzmir Eğitim Enstitüsü’nün yayın organı UYANIŞ’ta yayınlanacaktı. Böylece    başlayan öteki düzyazılarımla süren o dönem geleceğimi de belirledi diye düşünürüm hep. Çok dikkatli, özenli, elbette çok da saygılı  bir şiir okuru olduğum halde, artık yaşamımda ağırlıklı olarak düzyazı vardı.

Düşünürün biri “Yaşanan iklim ve coğrafya kişiliğe damgasını vurur” demiş hani. Benim da yazarlığımı o delice istekten çok yaşadığım coğrafyalar, tanıdığım insanlar, tanıklıklarım belirledi diyebilirim. Bir başka düşünürün ”Şair, yaşamadığını yazandır; zaten yaşasaydı yazmasına gerek kalmazdı” yargısına azıcık katılsam da, şair ya da yazarın, tam da ünlü İtalyan estet Benedotte Croce’nin tanımına uygun bir davranışı benimsediğine inanırım: Ben de yazmanın bir itiraz olduğuna inanırım. Bütün sanat dalları gibi yazın da bir itirazdır; yaşanan dünyanın çarpıklıklarına, haksızlıklarına. Bir yanıyla da  var olan eksikliklerini tamamlama arzusudur. Bana göre, yazmak bir iddiadır aynı zamanda. Herkesin yaşadığını herkesten farklı algılayıp, apayrı bir yorumla yazmak elbette… Bu düşüncemi belki Yaşar Kemal okumalarım belirlemişti belki de Orhan Kemal… Ancak sanatta mimesis kavramının öngördüğüne uygun olmayan bir duygum vardı: Andığım sanatçıların kahramanlarını ya da tiplerini tanıdığımdan o insanları ancak kendimce anlatacaktım. Hiçbir sanatçının eserini, üslubunu, formunu ya da başka bir yönünü taklit etmek ya da kopyalamak değil, örneğin her portre ressamının, aynı modeli ayrı biçimde, biçemde resmetmesine benzer bir yol benimseyecektim. Öznelerimizi -ya da kahramanlarımız- elbette benzeyecekti. Ortada ürün yoktu ama belirlenmiş bir yol haritası vardı. Yazacaklarımın daha sonra nelere evrileceğini düşünmeden, ikinci yazma fantezisiydi belki de. Daha sonra yazdıklarımın hangi kaynaklardan çıkıp da nerelere evrildiği bugüne dek yazdıklarıma bakılarak anlaşılabilir.

Zaman içinde elbet hem düşüncelerim, hem de kalemim asıl yörüngesini bulacaktı; buldu da. Bir başka söylemle kendi sesimin peşinde oldum yazarken; kendimden çok da uzaklara gidemedim. Yaşam da buna zorladı kalemimi: Hemen her türde yazmak zorunda kaldım; her türün kendine özgü kuralları vardı: Senaryo diliyle oyun dili farklıydı örneğin. Ya da tv belgeseliyle ders programının dili de… İşte bütün bu birikimlerden süzdüğüm yepyeni bir anlatım dili edinecektim ister istemez; öyle de oldu. Edebiyatta da hemen her türde kalem oynattım. Öyküden röportaja, anlatıdan tanıtma yazısına… Konularımın çeşitlenmesi bundan olabilir. Dilim, anlatım özelliğim de…

Basılı 13 kitabım var. Kimileri -ironik bir biçimde- yayınevi kapılarından çevrildikten sonra  ödüller aldı. Diyeceğim, sanatta özgünlüğün olduğu kadar öznelliğin de belirleyici olduğunu yaşayarak öğrendim ama bildiğimden şaşmadım. 13 yaşımda çocuksu bir heves olarak başlayan yazma serüvenime hep saygı duydum; çünkü okuma alışkanlığım yazma sürecime koşut olarak hep sürdü. İçimdeki meraklı kız çocuğu belki de hiç büyümedi; yalnızca kendi sesini dinleyenlerden olmadım; yerli yabancı yazarları okuma alışkanlığım bugün de mutlu kılar beni. Belki yepyeni ufuklar da açıyordur önümde; bilemem.

Geldiğim noktadan dönüp geriye bakınca kabaca gördüğüm bu. Zamanla ilkeye dönüşen bu düşünceyi, bilinmezlerle dolu kalbimin bir yanına ne zaman iliştirdim, çıkaramıyorum. Belki de bütün kuşakdaşlarım gibi hem dünyanın, hem de ülkenin bütün sancılı dönemlerine tanık olarak büyümenin doğal sonucudur geldiğim nokta. İnsan dediğin bilinmezi anlama, yorumlama, sevip yüceltme, bağışlama ya da en azından anlama çabasıdır asıl motivasyonum. En çok anlamak galiba, insan denilen gerçekten bilinmezi. Ne ilgisi var dedirtebilir ama İlkokul çağlarımdan kulağımda kalan  ‘Tahkikat Komisyonu’nun ne olduğunu elbet anlayamasam da korkulacak bir şey olduğunu biliyordum. O gizli bilinç, ‘İhtilal’ sabahı herkesin birbirine sarılıp sevinç gözyaşları döken insanlarla beni de buluşturmuştu. Birden büyümüştüm sanki . Yassıada Duruşmaları’nı radyodan dikkatle dinlemiş, ”Sanıklar getirildiler” sözünü “Sandıklar getirildiler” biçiminde algıladığımda, sandıkların içindekileri çok merak etmiştim. Sonra, Kennedy öldürüldüğündü bayrakların niçin yarıya indirildiğini… Görmediğimiz bir yerdeki Kıbrıs için ne diye mitingler yaptığımızı, saatlerce aç susuz bekletildikten sonra sıralar halinde ne diye yürütüldüğümüzü… 1963 yılında Kennedy vurulduğunda bayrakların ne diye  yarıya indirildiğine anlam verememiş ama aynı yıl büyük Türk Şairi Nazım’ın Moskova’da öldüğünü-hatta şairin adını- nice nice zaman sonra öğrendiğimde bütün sorularımın karşılığını bulduğum duygusuna kapılmıştım. Kore’ye yok yere asker göndermemizin, Amerika’nın Vietnam’da sergilediği vahşete ‘Vietnam Savaşımız’ diye karşı çıkmamızın nedenlerini. çok daha sonra… Bütün bu yaşadıklarımızdan sessizce biriktirdiklerimiz Fransa’da patlak veren gençlik eylemlerle buluşmuş, o nova ışımasını anlatan aydınlanmayı yaşayan’68 kuşağından biri olarak’ çağın bütün korkularını, sevinçlerini, acılarını, yenilgilerini, yengilerini tanımıştık. Böylesine zengin, renkli bir dönemsel birikime, ’kitap kurdu’ olmak gibi bir alışkanlık -hatta misyon- da eklenince yazmak, sanırım kaçınılmaz oldu. Şiirden öyküye, romandan oyuna, denemeden incelemeye, edebiyatın pek çok çağdaş türünü -kimi zaman da zorunluluktan-denemek zorunda kaldım.

Biraz geriye gidersem…

1972 yazında mezun olduktan sonra, özel bir kur’ayla atandığım ‘mavi yeşil bir düş’ diye nitelediğim Giresun Kız İlköğretmen Okulu’nda edebiyat öğretmeni olarak öğrencilerime salık verdiğim kitaplar, abone ettirdiğim süreli yayınlar nedeniyle çok geçmeden başım derde girecekti; girdi.12 Mart darbesinin sert rüzgarlarından kendimce payımı aldıktan sonra, 1974 kışında asker/hukukçu Cafer Can Aydın’la evlenip Mardin’e gittim. ’Çınlayan yalnızlık’ diye tanımladığım o döneme de kitaplar okuyarak dayandım. Elbette çok gençtim. Bir yandan dostlarıma alıntı şiirlerle dolu mektuplar yazıyor; bir yandan da kendim için ‘kendimle konuşmalar’ kıvamında günlükler tutuyordum. Sabah yazdığım teksir kağıtlarını akşama doğru yok ederken de, yazı işçiliğinin çıraklık döneminde olduğumu bilmiyordum elbette. O zamanın mahrumiyet bölgesi Midyat  yepyeni, çok ilginç bir sayfa olarak önüme açılmış olsa da, bütün zorluklara katlanırken bir yandan da evlenmeden önce, 1973 yılında girdiğim  AÜHF’nin sınavlarına hazırlanıyordum. Diyeceğim, o zaman diliminde, soluduğum güzelim selüloz kokulu kitap kağıt ortamı nedeniyle, sözcüklerden örülmüş bir soyut kafeste yaşadığım duygusunu yaşadım. Şimdi bile unutamadım hem üretken, hem de doğurgan o yalnızlığı. Seyrek olarak sokağa çıktığım günlerden birinde, boz renkli tozlu sokaktaki salaş bakkal dükkanında -üstelik de Attila İlhan çevirisi- Aragon kitabı bulmamı da bir tansık gibi anarım da ”Benzersiz günlerdi” diye kutsarım en kıraç dönemimi.

Mutlu olmak için bir neden buluyordum mutlaka. Günün birinde “İyi sanat acıdan beslenir” cümlesini yazmayı aklımdan bile geçirmemiştim elbet. Elbette yazar olmayı da… Yine de orada her şey yazmaya zorluyordu beni sanki. El büyüklüğündeki akrepleri toplayıp hastanelere satan çocukları yadırgamaz olmuştum. En iyi arkadaşım Estelli Müzeyyen kızın “Valla abla, o iyi bir kadın değildir” benzeri aksanlı yargılarını da… Kitaplığımdan kitaplar alıp okuduktan sonra eşofmanının arkasına DENİZ yazdıran akrabası Abdülkadir’in Diyarbakır Tıp bitirdiği doğrudur dilerim. O ağaçsız, çiçeksiz, nerdeyse fantastik ülkemde, evimin çatısını yurt edinmiş güvercinler kadar, o gamsız kuşların pahalı gübrelerine topluca kalkıp inerken sürekli vızıltı üreten sinek filoları bile filmsel görüntülerdi gözümde. Ya da dört yanımı saran bomboz diken tarlasının ortasındaki bakımsız lojmanım... Silme devedikeni bahçemin çok güzel görüntüsü; dikenlerin uçlarında bir sevinç ışıltılarıyla patlayan pembe ya da mor çiçekleri, bütün sıkıntıları unutturmaya yetiyordu. İflah olmaz iyimserliğimle, düğün armağanı diye getirilen bütün işlevsiz vazoları güllerle değilse de diken çiçekleriyle doldurmak nasıl bir iyimserliğin sonucuydu, şimdi bile çözebilmiş değilim. Yıllar sonra, Varlık’ta yayınlanan yazılarımdan birinde “Dikeni burnunda gelinliğim” diyecektim o günler için. Yine de küçücük balkonumdan, 24 yaşımın olanca güleçliğiyle, karşılarda zincirleme uzanan alçaklı yüksekli çırıl çıplak dağların altın rengi gün doğumlarıyla, yangın sıcağı günbatımlarının sessizliğini, eski bir dostu anarcasına özlemle anarım zaman zaman. Ünlü “Estel-Midyat arası” türküsünün tam ortasından geçen, daha da uzaklara sağılıp giden upuzun, kapkara asfalt yolu homurtularla kateden ürkütücü yorgun TIRların sesine, çok seyrek geçen minibüslerle, askeri araçların ya da yerli otomobillerin gürültüsü karışırken, asfaltın kıyısından başlayan kıraçlığı düşünürüm. Asfalttan arta kalan banketten geçen yoksul çocukları, yorgun yerlileri, arada kara cübbesinin eteklerini savurarak giden Süryani papazları… Her iki kesimin de insanlarını yani…

Estel’de oturup Galat bir Arapça olan Mahalmice konuşan Müslümanlarla, asıl Midyat’ta yaşayıp aralarında kendi dillerini konuşan Süryani çocuklara Türk Edebiyatı öğretmek de bu farklı ortamın başka bir fantazyası olmalı; bir gün yazarım belki.

Manastırlarıyla ünlü Midyat kesiminde, daha çok taş işçiliği, telkari gümüşçülüğüyle ünlü Süryaniler’in, ayrıca ev şarapları da ünlüydü. Kalın kabuklu iri üzümlerden yaptıkları şarapları kadar tavuslu dokumaları da başka rengiydi ilçenin. O dümdüz, o kıraç coğrafyadan ayrıldığımda, artık çoğu İsveç’te yaşayan Süryani ustalardan aldığı aldığım gümüş takılarla, bir da çaresizlik duygusundan süzülmüş hüzünler vardı andaç olarak. O dönemden bir tek öykü doğdu. Biri taş, öteki gümüş ustası iki Süryani’nin İsveç’e göçünü anlatan…

İnsanın kimliğini gerçekten de yaşadığı coğrafya(lar) belirliyor. Gaziantep yıllarımdan fıstık öyküleri var kitaplarımdan birinde: İzmir’den, Giresun’dan, Ankara’dan… Ya da düşsel ülkelerin, özlemlerden kurulmuş kentlerinden. İsterim ki öykülerim fıstık sakızı, fındık çotanağı koksun. İmbatların serinliğini, Ankara yıllarının tiyatro, sinema konser, imza günleri renkleriyle dostluk öyküleri; kitaplar yayınlamanın, oyunlar yazmanın coşkularını yaşatsın. Yaşadığım bütün bu coğrafyalardan derlenen izlenimler, tanıklıklar, çıkarsamalar, yazarlık denilen o sonsuz evrenin dokusuna tel tel katılan can veren renk renk biçimler olmalı.

Anne olacağım günler gibi sınavlarım da iyice yaklaşınca, Ankara’ya gitmek için Midyat’tan ayrılırken de bu özgün coğrafyaya bir daha dönemeyeceği duygusuyla, ilkin karayoluyla ulaştığımız Hasankeyf’te kısa bir mola vermiştik. Sular altında boğulmayan Hasankeyf’ten sonra da Batman’dan kalkan küçük bir uçakla Ankara’ya zar zor ulaşmıştım. AÜHF’nin anfisinde girdiğim ilk sınavda rahatsızlandıktan sonra  gittiğim  doktorun kapısında Prof. Dr Ahmet Esendal yazıyordu. Aragon sürprizi gibi bir hoşluk  daha… Ancak ünlü öykücümüz  M.Ş.E’nin oğlu Prof. Dr. Ahmet Esendal’ın tatlı sert çıkışmalarından sonraki kehaneti de çok geçmeden gerçekleşecekmiş meğer. ”Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez” anlamındaki uyarıları boş değilmiş Prof. Dr. Esendal’ın. O halimle onca uzaktan gelip bir de sınava girme akılla sağduyu ile açıklanır şey değildi, anlamıştım ama iş işten geçtikten, ”Basra harabolduktan sonra” ne söylense boştu; hepsi anlamsız. Elbette başarısızlıkla sonuçlanan sınavlara girip çıktıktan, baba yurdu Gaziantep’e döndükten üç gün sonra da Temmuz’un ilk haftasında, ana olmuştum.

İflah olmaz iyimserliğimin bütün zorlukları, düş kırıklıklarını unutturduğu o süreçte, Midyat kıraçlığından sonra yemyeşil bir coğrafyayı yara yara Devrek’e giderken, gerçekten mutluydum; bütün sıkıntılarımı da unutmuştum. Kömürün, yani emeğin başkenti Zonguldak yeni bir laboratuvar olacaktı benim için. Kentin bastonuyla ünlü ilçesi Devrek’e ayak bastığımda; sevinçten  yüreğim ağzımdaydı. Nicedir özleyip durduğum yemyeşil doğa aklımı başımdan almıştı. Eşyalar Midyat’tan ne zaman  gelecekse gelsindi; dert değil. Orada, Hükümet’in tam karşısında dikilişimiz dün gibi: Yanımda kızkardeşim Muhterem, önümüzde üç beş paketle çanta, bir de sepetinde dünyalar güzeli iki aylık bir bebek. Otobüs yazıhanesinde eşimi beklerken, güzel ülkemin bir başka masalını yaşıyordum, unutmuyorum. O çorak, kıraç, çatlatan yazlarıyla dondurucu kışları olan iki mevsimli coğrafyadan sonra gökleri masmavi, su ve yeşil cenneti Karadeniz’de olmak bir düş değil de neydi?! Gelmeden önce incelediğim hartalar, Devrek’in hem Ankara’ya hem de İstanbul’a yakın, Bartın’la, Amasra’ya kuş uçuşu mesafesinde olduğunu söylemişti ama bu kadar yeşil, böylesine pitoresk bir iklim olduğunu değil. ”Bir başka atanmaya kadar buradan kesinlikle ayrılamam herhalde.” diye düşünürken kötümser değildi, umutsuz değildi… Tozlu patikalardan, çam ormanlarının arasında açılmış virajlı yollardan dolana kıvrıla  geçip de kartpostal güzelliğindeki Devrek’le  karşılaştığında olumsuz bütün yargılarını anında unutmuş olsa da o  çetin yolları yeniden göze almazdı. (Oysa çok kısa bir süre sonra, Dr.Esendal’ın “İnşallah korktuğum olmaz” öngörüsü gerçekleşecek, o git git bitmez kıvrım kıvrım virajlardan bir ambülansla geçecekmiş bilinçsizce.)

Bir zaman sonra çıkagelen eşiyle  gittikleri dere kıyısında tamamlanmıştı o güzel resim: Tam ortasından, yeşilin bütün tonlarıyla son yazın altın sarısına da alarak akıp  giden Filyos Çayı da başka türlü bir büyüydü. Tahta sandalyeli çay bahçesinin örtüsüz masasında yedikleri bayat sandviçler, yaşamının  en güzel ziyafeti. Önceden gidip  göreve başlayan eşinin bir Almancı’dan kiraladığı evin özellikleri içine çok sinmese de gençliğin olanca iyimserliğiyle ”Midyat’tan gelecek eşyalarla o beton kutunun da güzelleşeceğine inanıyor, bunun üzerine düşler kuruyordu: Göreve başlayacak, yepyeni bir çevresi olacak, kimi hafta sonları az ötedeki denize gidecekler; hatta bebeklerini, kreşi bile olan, oksijeni bol böyle güzel bir kasabada büyütecekler, daha ne olsun… Dahası, her hafta kurulan Salı pazarından, Doğu’da hasret kaldığı sebze meyvanın, etin peynirin en iyisini alabilecekler…

Ne var ki, Filyos Çayı’nın gür gümrah çağıltılarına  doyamadan, hatta nice sonra getirilen yarım kamyon ev eşyasını kabaca yerleştirmeye uğraşırken, birden kopacakmış  o umut filmi; düşler tuzla buz olacakmış. Daha komşularını bile görüp tanıyamadan, bir hastane odasında gözlerini açması yaşamının akışını değiştirecekmiş. İki aylık bebeğinin ana sütüyle karışık vanilya kokan incecik terine doyamadan, bir anda yaşamın dışına düşecekmiş meğer; nereden bilsin?!... Sonradan  yakınları anlatacaktı: Bebeğimi doyurduktan sonra, zorlukla girdiği fakültenin  güz dönemi sınavları için Roma Hukuku’na çalışırken, kendimi birden kapkaranlık bir kuyunun en dibinde bulacak; Ankara’ya sınavlar için  değil ama Gülhane Askeri Tıp Fakültesi Hastanesi’ne gidecekmişim. Günlerce süren araştırmalar sonucunda  anevrizmaya bağlı subaraknoidal kanama tanısının, bir yaşamı nasıl bir cehenneme çevireceğini nereden bilecektim?!

Uzun bir sağaltım sonunda, zorlukla yaşama döndürülmüştü ama yanında ne nerdeyse yüzünü unuttuğu ama kokusu hiç aklından çıkmayan bebeği vardı, ne de daha görmeden sevmeye hazır olduğu öğrencileri… Göreve başlayamadı Devrek Lisesi’nde. Kendine geldiğinde, bu kez de başka türlü bir yalnızlıkla tanıştı yeni evinde. Kendisine bakan kızkardeşi Muhterem’le, sabah çıkıp akşam dönen eşi dışında kimse yoktu yanında. İnsanın acısını yine insanın aldığını yaşayarak öğrendiği o çetin süreçte bir başka şeyle daha yüzleşti: Odasının tavanında sürekli ağını ören bir örümcek vardı karşı köşede. Bu kez de kitaplar değil ama gündelik yaşam bir başka şey anlatıyordu: Odasının tek konuğu mitolojinin arakneası, sürekli ağını örüyordu bir başına. O ağın anlamı üzerine hiç düşünmeden, eşine ilk fırsatta tavandaki örümcek ağının temizlenmesi gerektiğini anlatmaya çalışırken, bir şey daha öğrendi: Meğer geçirdiği subaraknoidal kanama, adını mitolojinin arakneasından. Anevrizmaya bağlı kanama, çok incelen  beyin damarlarından birinin yükselen tansiyon, yani aşırı basınç nedeniyle oluşuyormuş. Ağ inceliğindeki damarın örümcek ağıyla ilintisi buymuş meğer.

O süreçte, gözle görülmez bir damlacığın bir yaşamı berbat ettiğini de deneyimledi pek çok şeyde olduğu gibi. Tıpkı, öylesine söylenmiş küçücük bir sözcüğün ölümsüz denilen aşkları öldürmeye yetmesi gibi. Yaklaşık bir yıl süren bu yatağa bağımlı yaşam nedeniyle hem bebeğinden ayrı yaşadı, hem de 1973 yılında başladığı A:Ü Hukuk Fakültesi’ni bırakmak zorunda kaldı. Çok sevdiği mesleğinden, hatta yüzlerini merak ettiği öğrencilerinden uzak, yaklaşık bir yıl süreyle koptuğu dış dünyaya özlemini, günlükler tutarak, mektuplar yazarak, okuyarak gidermeye çalıştı. Midyat’ta başlayan çıraklık, burada da sürüyordu. Uzunca bir aradan sonra göreve başladığı Devrek Lisesi’nde, arkadaşı eleştirmen Mehmet Yaşar Bilen’in yüreklendirmeleriyle de yazmaya başladı. İlk öykülerinin,1979 yılında İzmir’in ünlü edebiyat dergisi Dönemeç’te yayınlanması Bilen’in çabalarıyla olmuştur. Ahmet Özer’le arkadaşlarının Trabzon’da çıkardığı Kıyı dergisine de yazılar göndermesi de… Bütün yaşadıklarım biricikti. Beni yazmaya da bunlar yönlendirmişti zaten.

12 Eylül arefesinde eşim askerlikten istifa edince, Gaziantep’te eşi avukatlık stajına başladığında ben de kısa bir öğrencisi olduğum  Gaziantep Lisesi’nde öğretmendim artık. Çok geçmedi;12 Eylül’ü orada karşıladık; avukat eşim öğrencilerimi savunurken de insanlık dışı uygulamalara tanıklık ettik. Uzun menzilli silahlarla sınıftan alınıp götürülen, işkencelerden geçirilen öğrencilerin, sendikacı ağabeyimin anlattığı dehşet öyküleri ruh sağlığımı bozmak üzereydi. O çok kötü zamanlar 1982 Eylül’ünde Ankara’daki FRTEM’e atanana dek sürdü. Şimdiki adı EĞİTEK olan Film Radyo Tv ile Eğitim Merkezi’nde senaryo yazarı olarak görev yapmaya başladım; eşim de büroyu Ankara’ya taşıdı. Kızımız Ankara’da başladı okula. Benim de daktiloyla dostluğum…

FRTEM’deki memur/yazarlıktan arta kalan zamanlarda kaleme aldığım öyküler 1985 te İkili Yalnızlık adıyla kitaplaşacaktı. Eğitim filmleri için senaryolar yazarken, çıktığımız senaryo araştırma gezileri nedeniyle de ülkemi dolaşma, insanını daha yakından tanıma şansını buldum. Hemşehrim  Milli Eğitim Bakanı Vehbi Dinçerler’in hışmına uğrayana dek de sürdü. Bu nedenle 1986-1990 arasında dershane öğretmenliğinden özel ders vermeye pek çok işte çalışırken, yazar Ayla Kutlu’nun yüreklendirmesiyle TRT’ye dışarıdan programlar yazmaya başladım. Ankara Radyosu’na çok sayıda drama programı, Arkası Yarın ve Radyo Tiyatrosu kaleme alırken, bir yandan öyküler yazmayı sürdürdüm.1990 yılında Cemre,1992 de Senginsemai,1994 te ise Ölüm Erken Bir Akşamdır kitapları yayımlandı.

2000 yılında devir değişince adı Eğitek’e dönüşen eski işyerimde, şimdi de Açık Öğretim Lisesi’ne ders programları hazırlıyordum. Hem radyo, hem de tv  eğitim  programları kapsamında yetişkinler için tv dramaları… O çok yorucu sürecin sonunda, görevimi   dramaturg olarak sürdürdüm. Arada program yazarlığı dersleri de verdiğim bu süreçte, arada çok hoş olaylar da yaşadım kuşkusuz. Örneğin Dünya Bankası marifetiyle Türkiye’yi 3.Dünya ülkesi gibi gören, ülkemizin tek eğitim medyası kurumumuzu ‘adam etmek’ için gelen bilgiç Amerikalı uzmanların, “Bilgisayarı olmayan yazar, yazar değildir” incisine, ”Stainbeck’in bilgisayarı hangi markaydı?” sorusuyla karşılık verince bir kez daha sürgünü hak etsem  de yeni yönetim üzerinde pek  durmadı bereket. İlk dönem Suat Kızıltuğ, Hasan Yücel, Hüseyin Ferhat, H.Zekai Yiğitler, Vedat Yazıcı, Abdülkadir Ayhan, Ramis Dara, Ömer Tuncer, Fikret Terzi, Cabbar Yıldız  gibi kalem/film  ustalarıyla çalıştığı son iş yeri, zaman zaman kimi tatsızlıklara karşın, yine de unutulmaz anılar sundu bana. Orada yazdığım sayısız programla bilenen kalemim, biraz da FRTEM’in eseridir. Türkiye’nin en eski eğitim kuşağı olan Ocak Başı/Tarla Başı’nın son yazarı olmanın onurunu da yaşadım; emekli olduktan sonra Türk Edebiyatı’nda Öykü ve Roman gibi drama/belgesel özellikli kuşak programlar yanında Bir Eğitim Mucizesi Hasan Ali Yücel belgeseli vb yapımlara imza koymanın coşkusunu yaşadım. Buralara arada başka sevinçler de katıldı.TRT’ye dış yazar olarak ürettiğim “Şarkılar Neyi Söyler” vb. programlar yazarak çok yorulsam  da, dünyaya yeniden gelsem yine yazı köleliğini seçeceğimi biliyorum: Bir yanıyla aşk, bir yanıyla da bitmeyen çile olan yazmak köleliğini…

Bu gerçekten böşdöndürücü yoğun üretimler sürecinde, Varlık, Yazıt, İnsancıl, Karşı, Kıyı, Ardıç Kuşu, Mavi, Adam Öykü, Afrodisyas Sanat, Damar, Notos, Cumhuriyet Kitap, Deliler Teknesi vb çok sayıda dergide de öykü, röportaj, kitap tanıtma yazıları yayınladım. Yazar sözlüklerinde, sanatçılarla ilgili fotoğraf albümlerinde, çok sayıda seçkide, belgeselde yer alırken de öykü yazarlığını sürdürdüm. Ödüller kazandım: 1998 yılında Kültür Bakanlığı’nın düzenlediği Cumhuriyet’in 75.Yılı Öykü Yarışması’nda, Tsunami adlı kitabımla Öykü Büyük Eser Ödülü’ne değer bulundum. Gri Gül adlı kitabım 2005 Rıfat Ilgaz Öykü Yarışması’nda birinciliğe değer görüldü. 1997’de Kül Tablet adlı anlatı kitabım, 2008’de Anka Kentim Antep’im adlı kent kitabım yayınlandı. İlk romanım 2016 yılında yayınlanan Aşkın Ne Derin’di. Deha’nın Sesi’ni yayınlandığında da 2016 yılıydı. Yayına hazır bir öykü dosyasıyla, tezgahtaki yarılanmış romanımla uğraşırken, sağlık sorunlarından fırsat buldukça yazmayı sürdürüyorum. 1993 yılında ülkenin yaşadığı en büyük kıyımlarından Sivas yakımında ölümün eşiğinden döneli yalnızca performansım düşmedi; sanırım yazarlığımın yatağı da değişti. Kimi öykülerimle yazılarım Sivas ’93 ve Simurg adlı oyunlara esin kaynağı oldu; Soner Yalçın’ın “Menekşe’den Önce” belgeseline de… Pek çok yabancı belgesel yanında, örneğin Işık Kansu’nun Çocukluğa Yolculuk’la “Belleği Silinen Kentler” kitaplarında, Onat Kutlar’ın Gündemdek Sanatçı adlı yapıtında, Erendiz Atasü’nün “Benim Yazarlarım”, Sevda Yüksel’in “Unutulmaz Eğitimciler” kitabındaki yazarlardan biri oldum. Çerkes Karadağ’ın “Tanıdığım Yüzler” albümündeki yüzlerde biriyim… Ayrıca Selçuk Üniversitesi’nden Tuğçe Özbek’in tez, Gaziantep Üniversitesinden Meltem Türk’ün Yüksek Lisans tezinde de yaşamım, sanatım konu edildi.

 


Haber Kaynak : ÖZEL HABER

faça okurun huzuruna çıkmaya hazırlanıyor      

ÖYKÜLER: Kafiye Müftüoğlu

ÖYKÜLER: Gülşen Öncül

Öykü: BAŞAR UYMAZ TEZEL

ÖYKÜLER: Sema Canbakan

ÖYKÜ: Nazire K. Gürsel

ÖYKÜ: Başak Savaş

ZİNCİR ÖYKÜLER: GÜLSER KUT ARAT

ŞİİR: SEMA GÜLER

ZİNCİR ÖYKÜLER: TUBA ÖZKUR AKSU

ZİNCİR ÖYKÜLER: AYŞEGÜL DAYLAN

ZİNCİR ÖYKÜLER: ADALET TEMÜRTÜRKAN

ÖYKÜ: İLKNUR GÜNEYLİOĞLU ŞENGÜLER

ÖYKÜ: Neriman Ağaoğlu

ŞİİR:  Yonca YAŞAR

ÖYKÜ: İlkay Noylan

ÖYKÜ: Güngör Ağrıdağ Mungan

SÖYLEŞİ: Nefise Abalı

Öykü: İlknur Güneylioğlu Şengüler

SÖYLEŞİ: AYŞEGÜL DİNÇER

Söyleşi: Ebru Yavuz

  • BIST 100

    9548,57%0,19
  • DOLAR

    32,49% 0,16
  • EURO

    34,80% 0,25
  • GRAM ALTIN

    2487,88% 1,05
  • Ç. ALTIN

    4157,48% -1,05
  • Cuma 24.9 ° / 15.2 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Cumartesi 24.8 ° / 13.8 ° false
  • Pazar 25.4 ° / 14.4 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı