70’lik bir emekliydi.
Eli- yüzü, kılığı- kıyafeti düzgünceydi.
Adap- Erkan görmüş biri, belli.
Uysalca davranışlar içinde, yorgun adımlarla geldi.
İki- üç yaşlarında görünen, sevimli mi sevimli torunuyla
el ele girdiler eczaneye.
Adamın yüzünde sempatik bir gülümseme; dilinde müzikal
bir ses tonu vardı.
“Günaydın” dedi yavaşça.
Her haliyle dikkatleri üzerinde toplayabilirdi; o afacan
fırsat verseydi. Vermedi...
Ne gördüyse el attı.
Neyi tuttuysa yere attı.
Fırsat verilmediğinde kendini yerden yere attı.
Saksılardaki çiçeklerin yapraklarını yolmaktan haz duyduğu belliydi.
Bir şey becermiş olmanın elbette bir hazzı, bir doyumu olacaktı.
Ama o doymuyor; ilgi çekmeyi başarmanın zafer çılgınlığını da üstüne
ekliyordu.
Ne var ki bu davranışlar, dayanma gücü azalmış olan yorgun Dedenin
başında düpedüz bir felâketti…
Gerçi “Beterin de beteri vardır” demişler. Böyle yapmasa da put gibi
otursaydı. Büyükler ne buyururlarsa onu yapsaydı. Lokmasını üşenerek
yeseydi. O felâket bundan daha büyük olmaz mıydı?
Felâketler seçeneği yerine, bu enerjiyi olumlu bir kanala akıtmanın
yolu bulunamaz mıydı?
Yani hem bu çocuğu; hem de çevresini kurtarmak olanaksız mıydı?
Dede meydan savaşını kaybetmiş, torunun zaferi karşısında çaresiz
kıvranıp duruyordu.
Ne yapsın? Benden yardım ummuş olmalı ki çocuk neye el attıysa,
beni göstererek “Dede döver”, “Dede elini keser”, “Dede elini yakar”,
“Dede kulağını koparır”, “Dede gözünü çıkarır” demeye kadar vardırdı,
oysa çocuğun umurunda bile değildi.
Belli ki o, çok eli- dili bıçaklı görmüştü kısacık ömründe.
Çocuğu etkileme olasılığı zayıf da olsa, adam bir kez olsun “Şöyle
yaparsan ya da öyle yapmazsan Dede seni sevecek” deyiverse, vallahi de
billahi de yanmayacağım. Mutluluk bile duyacağım.
Oysa zavallı çağdaşım- emeklidaşım çözümsüzlük içinde, eli bıçaklı
bir canavar yapıyordu beni…
Ya da benim canavar adaylığımla, çocuğun canavarlaştırılma düzeyini
bir yerlerde kesiştirmeye çalışıyordu.
Çocukla canavarlık kavramını bir arada düşünmek olacak şey mıydi?
İnsanın tüyleri diken diken oluyordu.
Kolayca dökülüp kırılacakları toplayarak, yarı gözaltı halinde serbest
bıraktık afacan kızı.
Bunalan Dedenin eline de bir bardak çay tutuşturup, soluklanmasını
sağladım.
Söyleşi dozunda birkaç kısa soru yönelttim:
“Hiper aktiflik” olasılığına karşı bir inceleme yaptırmışlar mıydı?
Yaptırmışlar ve sapasağlam çıkmış.
Kuşkumu anladı mürekkep yalamış adam:
“Hocam çocuk sağlıklıydı. Hala öyle. Onu biz çığırdan çıkardık”
dedi ve içini çekerek devam etti:
“Bu çocuk doğumundan beri Annesinden başka Anneannesinin,
Babaannesinin, iki Dedenin, Hala ve Teyzenin elinde bir oyuncak,
bir biblo, bir maskot, bir, bir, bir…
Görüyorsunuz güzel ve düzgün konuşuyor.
Ancak onun sözcük dağarcığına “Hayır”, “Olmaz”, “Yok” gibi
sözcükler hiç girmedi.
Çünkü hiç duymadı onları.
Çünkü ona karşı hiç kullanılmadı.
“Yapma”, “Etme” sözlerini de, böyle bunaldığım yerlerde yalnız
ben kullanıyorum.”
Daha ilk soruda düğüm çözülmüş olay anlaşılmıştı.
Çocuk bu duruma sözde sevgiyle getirilmişti.
Sevgi adına cinayetler mi işleniyordu ne?
Hani dinamitle işlenen günahlar yüzünden bulucusu Nobel için
nasıl bir “Bağışlatma” ödülü konmuşsa; sevgiyi yaşama ilk sokan
için de öyle bir ödül mü konmalıydı?
Yoksa çocuklara karşı işlenen bu günahlar iflâh etmez insanlığı…
Ne yapabilirdim?
Diğer insanların da rahatsız olduklarını, hele “Ağzının üstüne
vurup oturtacaksın” diyen fısıldaşmaları gördükçe sıkıntım daha
da artıyordu.
Ne ki “Bu adamın işi bir an önce bitse de torununu alıp gitse”
dileğinden ve de “Bu çocuk nasıl kurtarılabilir?” diye düşünmekten
başka bir şey gelmiyordu elimden.
Düşündükçe de eğitimci kimliğim karşıma dikilip yaşamın temel
doğrularını bir bir sıralamaya başlıyordu:
- Eğitim dediğimiz etkinliğin önemini, gücünü ve boyutlarını ne
zaman anlayabileceğiz?
- Eğitim- Öğretimin ana rahminde başladığını sezebildiğimiz günler
hiç gelmeyecek mi?
- Doğruyu, iyiyi, güzeli ve sevgiyi yaşam biçimi haline getirebilme
oranında insan olunabileceğini ne zaman kavrayacağız?
Elimden ne gelirdi?
“ Evet, asarım- keserim” desem, Dededen ve onu bu hale getirenlerden
farksız olacaktım.
“ Hayır, asıp kesmem” desem, Dedeyi yalancı çıkarıp, bir parça saygınlık
kırıntısı kalmışsa onu da tüketecektim.
Ah Tanrım!
Bu değneğin iki ucu da niye pislik içinde?