Hüseyin Erkan, Eğitimci/Yazar


BİR İLERİ, İKİ GERİ


canımı alırsan al da                                                                                                               

aklımı alma tanrım!                                                                                                                          

 istesen de vermem zaten                                                                                            

söylemedin deme sonra.                                                                                                                  

H. E.

            Ziya Gökalp, iyi bir araştırmacı olduğu kadar, iyi bir gözlemci ve yorumcudur da. Sözgelişi, Birinci Dünya Savaşından sonra İstanbul işgal edilince, özellikle İngilizler’i dikkatle izler. Gözlemleri sonunda kişisel ahlaklarının düşük ama yurtsal ve ulusal ahlaklarının yüksek olduğunu görür. Ve şu yargıya ulaşır: “Yurtsal ahlakın yüksek olması, ulusal dayanışmanın temelidir.”

            Ona göre, yurt ya da vatan dediğimiz yeryüzü parçası yalnızca toprak değil, ulusal kültürdür. Yani dil, din, ahlak ve estetik güzelliklerin birbirleriyle yoğrulmuş uyumlu bir bütünü... “Kültür” ya da Türkçe karşılığı ile “ekinç” dediğimiz şey budur işte! Ve şöyle der aynen: “Öyleyse ulusal ekincimizin tüm güzelliklerini ne zaman ortaya çıkarırsak yurdumuzu ve ulusumuzu en çok o zaman seveceğiz.”

            Evet ya! Gerçekten de yurt ve ulus sevgisi kuru bir sevgi değildir. Yurdumuzun ırmaklarını, göllerini, denizlerini, ovalarını, dağlarını, ormanlarını sevmiyor, bunları sürekli kirletip yıpratarak yok edip duruyorsak, “Ben yurdumu çok seviyorum! Ben vatanımı çok seviyorum!” diye nutuk atıp durmanın ne anlamı var?

            Öte yandan ulusumuzun büyük çoğunluğunu oluşturan halkımızı sevmiyorsan; onun dilini, müziğini, şiirini, el sanatlarını, gelenek ve göreneklerini küçümseyip hor görüyorsan, demek ki ulusunu da sevmiyorsun sen. “Ben milliyetçiyim! Ben milletimi çok severim!” diye bağırıp çağırman kaç para eder?

            Yurt ve ulus sevgisi savaşlarda ölüp şehit olmak da değildir sadece, yaralanıp gazi olmak da… Gerçekten yurdunu ve ulusunu seven inşan, gerektiğinde her şeyi gibi canını da verir elbette. Ancak bundan daha da önemlisi şudur: Barışta kişisel ve toplumsal zevklerimizi, rahatımızı, tutkularımızı feda edebiliyor muyuz?

            Gerçekten içtenlikle yurdunu ve ulusunu seven insan, yaşadığı yerin sokağını, caddesini, parkını kirletir mi? İçtiği sigaranın izmaritini, boşalan paketini, içtiği su, ayran ve kola şişesi ya da kutusunu yere atar mı? Çöpünü götürüp dereye, ırmağa, göle, denize döker mi?

            Daha önce de belirttiğim gibi Ziya Gökalp 100 yıl önce kaleme aldığı Türkçülüğün Esasları adlı o çok değerli eserine ulusu oluşturan koşullar arasına “ırk birliği”ni almamıştır. Irk birliği saçma bir düşüncedir çünkü. Aksine dil, ülkü, ahlak ve eğitim birliğidir önemli olan.

Düşünürümüze göre, “Hiçbir uygarlık hiçbir dine dayandırılamaz. Bir Hıristiyan uygarlığı olmadığı gibi, İslam uygarlığı da yoktur. Dolayısıyla Batılılaşmak asla Hıristiyanlaşmak değildir.” deyip kesin yargısını koyar ortaya.

Öyleyse kendini Türkçü ya da milliyetçi sayan aydınlarımızın görevi, halka giderek halkın kültürünü arayıp bulmak, sonra Batı uygarlığını bu kültüre aşılamak olmalıdır.

Ne yazık ki Gökalp’in bu düşüncesi ve önerisi uzun yıllar tam anlaşılamamış, hayata geçirilememiştir. Gerçi Atatürk kurduğu partiye ”Halk Partisi” demiş, partinin sembolü olan 6 oktan birini “halkçılık” olarak belirtmiş, kentlerde ve kasabalarda “halkevleri” açılmasına öncülük etmişse de amaç tam gerçekleşmemiştir.

Bence bu konuda en önemli adım, 1940’ta “Köy Enstitüleri”nin kurulmasıyla atılmıştır.  Aydın geçinen pek çok kişi, “Köy Enstitüleri niçin büyük kentlerde değil de kentlerden uzak, köylerin yakınında ve köy ortamında açılmıştır?” diye eleştirir. Dahası bu uygulamanın kötü bir amacı olduğunu da iddia edenler olmuş. O yıllarda nüfusumuzun  % 80’ninin köylerde yaşadığını bilmezlermiş gibi sanki.

Bu kurumların öncüsü Hasan-Âli Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç özellikle öyle kurmuşlar; o eğitim kurumlarını. Onlar da Gökalp gibi düşünüyorlardı çünkü. Yani köy çocuğunu alıp kent ortamında, dört duvar arasında bir şeyler ezberleterek eğittiğini sanırsan, onu da köye ve köylüye yabancılaştırırsın. O da öncekiler gibi köylüyü, halkı küçümsemeye, hor görmeye başlar. Çalıştığı yeri ve o ortamda yaşayanları sevmeyen, hor gören bir öğretmen ne verebilir o insanlara?

O yıllara dek yapılanlardan ne elde edilmiş ki? İki kere iki dört eder gibi, aynı yoldan gidilirse aynı yere varılırdı. Bunu çok iyi bilen Yücel ve Tonguç aynı tuzağa düşmediler bir kez daha. Onları ötekilerden ayıran, farklı ve üstün kılan yanları düşünüp tartışarak buldukları bu yeni yol, bu yeni yöntem oldu işte.

1946’da çok partili döneme geçinceye dek Cumhurbaşkanı İsmet İnönü de var gücüyle destekler onları. Ancak Atatürk’ün son başbakanı Celal Bayar’ın başkanlığında kurulan Demokrat Parti, kız-erkek karma eğitim yapan Köy Enstitülerini yalan ve dolanlarla “Ateşle barut yan yana durur mu?” temeline dayalı iftiralarla öyle bir propaganda yaparlar ki, 1921’de Eskişehir’in İnönü beldesinde düşmana karşı inatla direnen Albay İsmet Bey, orada gösterdiği yiğitliği Cumhurbaşkanı İsmet Paşa olarak 1946’da karşıtlarına karşı gösteremez ne yazık ki!..

 Gökalp’in “Halktan uzaklaşarak halka bir şey götürmek mümkün de değildir; mantıklı da…” görüşünü benimseyip Köy Enstitülerini kurarak hayata geçiren Hasan-Âli Yücel’in yerine karşıt görüşlü Reşat Şemsettin Sirer’i bakan olarak atar İnönü. Yeni bakanın ilk işi İsmail Hakkı Tonguç’u görevden almak olur. İkinci yaptığı iş de Köy Enstitülerine öğretmen yetiştirmek amacıyla açılan Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nü kapatmak…

Siz Milli Eğitim Bakanlarının görevinin okul açmak olduğunu sanırsınız; değil mi? Gördüğünüz gibi Reşat Bey aksini yapar. Kendi onayı, kendi elleriyle açtığı bu yüksekokulun kendi atadığı bir bakan tarafından kapanmasına İsmet İnönü gibi bir devlet adamının nasıl onay verdiğine hâlâ şaşarım ben.

                                   ***

Ziya Gökalp bu ünlü eserinde, “Ruslar, bizim Deli Petro dediğimiz akıllı çarları sayesinde Doğu Uygarlığından Batı Uygarlığına geçtiler. Bunun sonucu süratle ilerlemeye,  gelişmeye başladılar. Sadece bu örnek bile Doğu Uygarlığının gelişmeye engel, Batı Uygarlığının gelişmeyi kolaylaştırıcı olduğunun tarihsel bir gerçeği bir kanıtı değil midir?” diye sorar. Evet, doğru… Daha sonra Japonlar da aynısını yaptılar.

Ruslar, Deli Petro’dan sonra o yolu bir daha hiç bırakmamışlar. Biz, Atatürk’ten sonra bir daha dönüp bakmadık o yola. Bir adım ileri atmışız ara sıra ama iki adım geri çekilmişiz hemen. Bir ileri, iki geri ile bugüne dek hangi ülke, hangi ulus, hangi devlet hedefine ulaşmış?

YAZARLAR

  • Cumartesi 31 ° / 16.7 ° false
  • Pazar 35.8 ° / 19.6 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Pazartesi 30.8 ° / 18.3 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • BIST 100

    9915,62%2,05
  • DOLAR

    32,42% -0,15
  • EURO

    34,65% -0,66
  • GRAM ALTIN

    2439,28% 0,14
  • Ç. ALTIN

    3999,24% 0,19