Gayrı elimize kalemi alınca hey gidi günlerle başlıyor satırlarımız.
Bu kez de öğretmenliğimin ilk yıllarına; Akova’da yaşanmış bir anıya kondu
duygu kelebeğim.
O yıllarda Akova henüz bağımsız köy olmamış; Eskiyörük Köyü’nün yaylasıydı.
Ufak- tefek bağ- bahçenin dışında, ekin tarlası ve hayvancılık mezrası olarak,
iki sala halinde kullanılırdı.
***
Komşu köy Konur’da Köy Enstitüsünden sınıf arkadaşım Muzaffer Ünal’ın düğünü
vardı. 24 saat kesintisiz düğün ettik. Alkol kokusu duyulmadı. Çünkü o sırada Tekel’de
rakı kıtlığı vardı. O yüzden düğünün içkisi “ Cin” adında kokusuz bir içkiydi. Biz cin ile
öyle haşır- neşir olmuştuk ki şeytanın feleği şaşmıştı.
Bir öylen sonu düğün bitti dağıldık.
Akova’ya gidiş yolu uzun olduğu için, dağdan dağa kestirmeden geçmeyi yeğledim.
Düşe – kalka Karamelikten ( Kara millik) ulaştım Akova’ ya. İçkinin üstüne biraz da
yorulunca her şeyi sevecen gören, o kayık gibi dedikleri düzeydeydim.
Rastlantıya bakın ki köyün yaşlılarından 5- 6 kişilik bir ahbaplar grubu; Babacık
Kuyusunun yanında hayvan otlatıyorlardı. Aralarında rahmetlik Ömer Dayım da vardı.
Daha ben yanlarına yaklaşırken, Dayımın sesi duyuldu:
“ Ooo, iyi olacak hastanın doktoru ayağına gelirmiş. Hurda cemaat olup, bir ikindi
namazı gılalım dediydik de, hangımız imamlığı becerebiliriz derken, sen geldin.
İmamlık ediver de, hayırlısıyla ikindin namazımızı eda ediverelim yeğenim.”
Ansızın ve dayımdan gelen öneri karşısında dilim tutuldu, içkiliyim diyemedim.
Üstüme yıkılıvermişti imamlık.
Dayı düğünden geliyorum. Oturup kalktığımız yerlerde elbisem kirlenmiş olabilir
diyerek itiraza yöneldimse de dinlemediler.
“ Düğünden gelen adamın gogusu insanın bunnunun direğini gırar. Belli ki sen
öyle bişeye bulaşmamışsın. Hangımızın alığı temiz ki çocuk” deyip, önümü kestiler.
Bu yaşlılar gençliklerinde anasonlu damıtma düğün rakılarını kendileri yapmış ama
Cin denen içkiyi görmemiş insanlardı. İçkili bir hal de görmüyor olacaklar ki imamlığa
zorluyorlardı. Tüm itirazlarımı yalan olarak değerlendireceklerdi. Kokusuzluğa güvenerek
gelmiştim yanlarına. Daha başlangıçta Dayıma karşı “ içkiliyim” diyemeyişim boğmuştu
beni. Daha baştan kararlı tavır koyamadığım için, ipin ucunu kaçırmıştım
Kurtuluş yoktu. Bir gaf yapmadan bu ışı bitirmeliyim dedim, içimden.
Zaten onlara bir zararım olmayacak, onlar namazlarını gene kılacaklardı. Yapacağım
Sahtekârlık kendimle ilgiliydi. Yapmadığımdan doğacak gönül kırgınlığı, bu kusurdan daha
büyük olur gibi geliyordu bana.
Onlar imamlık yapabileceğimi biliyorlardı. İlkokul süresince yaz- kış köyümüzün
İmamı İnce Hoca’nın öğrencisiydim. Kur’an okuyordum. Hocam umutluydu benden.
İlçedeki imam arkadaşlarına “ Bizim köyden bir çocuk yetişiyor ki görün siz” dediği
bile duyulmuştu.
Çaresiz ben de bir abdest aldım, geçtim cemaatin önüne.
İyi ki ikindi namazında imam sesli okumazdı. Sadece tekbirleri seslendirir. Onlar
askeri ya da sportif komut gibidirler.
Yapacağım eylem hakkında öyle ikircikliydim ki ayet okumamaya karar verdim.
Düğünde söylenen türkülerden uygun birini seçmeliydim. Silifke’nin bir Kerem havası
vardır:
“ Kerem der ki dağ üstüne dağ olmaz”
“ Ah çekenin yüreğinde yağ olmaz”
Melodisiyle de söylenince, bir namaz suresinin zamanını denkliyordu.
Bu beyitle namazı bitirdik. Fısıltı halinde ettiğim duada içimden açık konuştum:
( Allah’ım sen büyüksün. Ufak işlerle uğraşmak sana yakışmaz. Bu garibanların bir
suçu yok. Ben de Dayıma saygım yüzünden durumumu açıklayamadım. Her şeyi
gördün işte. Sana da mı dilekçe yazacağız?)
El Fatiha dedim, namazı bitirdik.
“ Allah razı olsun yavrum” diye diye uğurladılar beni.
***
İki gün sonra rahmetli İnce Hocama rastladım. İyice yaşlanmıştı.
Aklıma geldi, bizim namaz olayı nasıl olsa duyulacaktı. “ Namazla, yaşlı insanlarla
alay etti” biçiminde dedi- kodu çıkabilirdi. Çünkü Köy Enstitüsüyle adımız gâvurluğa
çıkmıştı zaten. Suyun gözüne el atmakta yarar olabilirdi.
İnce Hoca, Katranlı Kuyu’nun yanındaki bahçesinde çalışıyordu. Bahçe duvarına
yaklaştım Hocam bişey danışmak istiyorum. Acaba vaktiniz var mı, yanınıza geleyim
mi? dedim. Rahmetlik beni severdi. Aramızda saygı yüklü, tatlı bir samimiyet vardı.
“ Şimdi de vaktim var. Neyse derdin söyle?” dedi.
Yalana olan tepkim, İnce Hoca’nın öğrencisi olduğum yıllara dayanıyordu. Yalan
söylememeye söz vermiştim. Daha doğrusu, yalanın kötülüğüne inandırmıştı beni.
O nedenle, sabırla dinlemesini rica ettim. Çünkü yalansız anlatacaktım. Onların
arasında onun yabancısı olduğu o kadar çok şey vardı ki.
Sıkmamaya çaba harcayarak, bir bir anlattım olayı.
Düğün sürecini; sergilenen imeceyi; onun hiç tanımadığı Cin içkisini bile anlattım.
Dayımın imamlık önerisine karşı- saygımdan- gerçeği söyleyemediğimi ifade ettim.
Namaz aşamasını anlatmak daha kolaydı. Onun sahasıydı nasıl olsa. Hatta ayet
yerine türkü okuduğum için, beğeni alacağımı bile umuyordum. Anlattıklarımı son
söze kadar dinledi. Ama “ Ne soracaksan sor” der gibi bir hali vardı.
Hocam, benim kıldırdığım o namaz, namaz oldu mu? dedim
“ Umarım onnarın namazı olur da, sen hesabı nağal vereceen bilemem” dedi.
Hocam, Diyanetten beş kuruş bile almadım, ne hesabı diyerek, kaçtım yanından.
Anılarımızda yer alan o saygıdeğer büyüklerin, mekanları cennet olsun.