Bir motorlu aracın şoför yerine ilk oturuşumdu.
At arabasında arabacının yerine oturmuşluğum,
hatta sürmüşlüğüm bile olmuştu.
Ana traktöre ilk ayak atışımdı bu.
***
Düziçi Köy Enstitüsünde 2. Sınıf öğrencisiydim.
Okulda ikinci yılımız da olsa, yaşamımızdaki ikilemlerden
kurtulabilmiş değildik. Hâlâ yaz tatili ile okul yaşamı arasında
yeterince ortak payda bütünselliği kuramamıştık.
Çünkü bir evden çıkıp, bir baka eve girmiştik. Ama iki evin
yaşam koşulları ve kuralları çok farklıydı. Bu kadar çok arkadaş
sahibi olmak meğer ne büyük zenginlikmiş. Ama ne kadar da ağır
bir sorumlulukmuş. Oysa biz birer küçük kuzucuklardık burada.
Rahmetli Annem “ Güle güle kuzucuğum” diyerek yollamıştı
beni. Tüm anneler benzer şeyler söylemiş olmalıydılar.
Okulumuz çok güzeldi. Bizim köyden daha büyüktü.
Evimizi anımsayıp hasretle ağlamayı üç günde unutturmuştu
bize.
Okul binaları bir plan içinde kurulmuş olmalı ki gülümseyen
bir görünümü vardı. Haruniye tepe yamaçlarının Düziçi Ovasına
kavuştuğu noktada kurulmuştu.
Kurumun çekirdeğinii oluşturan dört tane ana bina çevresinde
yemekhane ve konferans salonu, yatakhaneler, öğretmen evleri
ve iş atölyeleri yer alıyordu.
Tarım bölümünde de iş özelliklerine uygun birçok yapı vardı.
***
Sabah ilk dersimiz kimya idi. Kimya dersleri Birinci Binadaki
Kimya Laboratuarında görülüyordu. Erkence gitmiştim. Binanın
önünde okulun traktörü duruyordu. Hiç unutamam Ferguson
maraka bir traktördü. Binanın önündeki rampanın başına park
edilmişti. Önündeki 10- 15 metre kadarlık inişin sonundan da
öğretmen lojmanları başlıyordu. İlk lojman Müdür Ramazan
Oral’ın eviydi.
Traktöre yakından baktım. Bizim köyde yoktu da, bir
yerde görüp elimi sürmek bile kısmet olmamıştı.
At arabalarını iyi biliyordum. Sürmüşlüğüm bile vardı.
Ata, eşeğe, deveye kadar binmekte yarışırdım bile. Ama
traktöre hiç binmemiştim. Biraz da çekinerek, merakla
çıkıp şoför yerine oturdum. İlk kez oturuyordum ve elim
ilk kez direksiyona değiyordu. Çeviriyor gibi yaptım.
Vitesini ileri geri yaptım. Sürdüğümü hayal ediyordum
ki traktör yürümeye başladı. Donup kalmıştım. Müdür
Bey’in lojmanına doğru gidiyordu. Her şeyi unutmuştum.
Direksiyona yapışmış bir taş parçasıydım sanki. Traktör
lojmanın tuğla yan duvarını delmiş, ön tekerlerle motor
kısmı eve girmişti. Müdür Bey ve eşi çığlık atarak dışarı
çıktıklarında, ben hâlâ traktörün üstündeydim.
Müdür Bey beni kolumdan sıkıca tutarak indirdi:
“ Buna bir su içirin” diyerek birine telsim etti beni.
Hareket etmeyi unutmuş gibiydim. Oysa ben at, eşek
binmiş; davar- deve gütmüş, çevrenin cıva gibi dediği
afacan bir çocuktum.
Biraz sakinleşince Müdürün odasına götürdüler.
Öğretmenlerin bir haylisi oturmuş gülüşüyorlardı.
Sınıf Öğretmenim Kimyacı Saime Soysal bir abla
gibi Kucakladı. Epeyce rahatlamıştım.
Pek fazla gülmeyen Müdür Bey’in gülmemeye
çalışır gibi bir hali vardı:
“ Çocuğum niye kapıdan gelmedin?” deyince,
kahkaha tufanı kopmuştu.
Spor öğretmeni ve Eğitim Şefi Ali Demiralp söze
girmişti birden:
“ Babacan sen bir sporcusun. Atletizm takımındasın.
Sporcu ani kararlar verir. Traktörden niye atlamadın?
Sen de duvara çarpabilirdin.” Yanıtım şöyle olmuştu:
Öğretmenim spor hareketlerinde ön çalışmalarım
vardı. Ama bu olayla ilk kez karşılaştım deyince, Meslek
Dersleri Öğretmenlerimizden Ömer Uyar devreye girip,
o baba tavrıyla:
“ Çocuğun yanıtında sosyolojik bir öz olduğunu gözden
kaçırmayalım” yargısıyla beni savunmuştu.
Sonradan anlaşıldı ki traktörün aküsü zayıfmış. Şoför,
çalışmaz korkusuyla rampanın başına bırakmış. Ama taş
koymayı ihmal etmiş.
Benim motordan atlamamış oluşuma sevinilmiş bile.
“ Ya atlamaya çalışırken traktörün altında kalsaydı,
halimiz ne olurdu?” korkusunu çekenler hiç de az
değilmiş. Ama şoföre söylenmedik kalmamıştı.
Arkadaşlarımın gırgırlarından öte, uzunca bir süre
öğretmenlerim bile:
“ Şoförlük nasıl gidiyor Babacan?” diye takılmayı
sürdürmüşlerdi.
Traktör şoförüyle de ahbap olmuştum. Şakacı bir
köylüydü.
“ Arkadaş, bunca yıllık şoförüm. Hem de iyi şoför
olduğum söylenir. Okul da o yüzden aldı zaten.
Traktörle bağa- bahçeye girdim. Tarlaya- harmana
girdim. Çeşit çeşit garaja girdim. Ama eve girmek bir
türlü nasip olmadı. Bu çocuk benden daha usta” der,
kahkahayı basardı. Köyüne her gidip geldiğinde de
evde yapılmış tatlılardan getirirdi bana.
Hoşgörülü insanlardı.
Mekânları cennet olsun.