Ahmet ERDOĞDU


LOZAN ANTLAŞMASI, İMZALANMASINDAN 99 YIL SONRA TÜRK MİLLETİ İÇİN GURUR KAYNAĞI OLMAYA DEVAM EDİYOR. 

Değerli Okurlar,


Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunun temel taşı niteliğinde olan Lozan Antlaşması’nın yıl dönümünde sizlere,  “Çöküşten Zafere Lozan- Osmanlıdan Cumhuriyete 200 Yıllık Mücadele” adlı kitabını yayınlayan Sayın Onur Öymen ile kitabı ve Lozan’ın tarihi ile ilgili yaptığımız söyleşiyi sunuyoruz.                                                

A. Erdoğdu- Sayın Öymen, kitabınız raflardaki yerini aldı. Bu nedenle öncelikle sizi kutluyoruz. Bize kitabınızın ana hatları hakkında biraz bilgi verir misiniz?

O. Öymen- Bu kitapta, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme döneminden çöküşüne kadar geçen süre içinde iç sorunlar ve yönetim zaafları nedeniyle nasıl çağın gerisinde kaldığı, aynı dönemde büyük devletlerin hangi baskılara başvurdukları, hangi entrikalara ve tertiplere giriştikleri, devletin iç işlerini nasıl yönlendirmek istedikleri örnekleriyle anlatılıyor. 

Emperyalizme karşı yürütülen Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı zaferle sonuçlandıran Atatürk, İnönü ve arkadaşlarının Lozan’da, Dünya Savaşı galiplerine karşı Türkiye'nin egemenliğini, bağımsızlığını ve eşitliğini kabul ettirmek ve Misak-ı Milli’de çizilen hedeflere ulaşmak için ne büyük bir mücadele verdikleri ve Lozan Barış Antlaşması’yla nasıl başarıya ulaştıkları belgelerle gözler önüne seriliyor.   

A. ERDOĞDU- Yüz yıla yakın bir süredir bu sözleşmenin geçerliliğinin korunması konusundaki düşüncelerinizi almak isteriz.

O. ÖYMEN- Lozan antlaşması Birinci Dünya Savaşından sonra yapılan antlaşmalar arasında bugün bile geçerliliğini, etkinliğini ve önemini koruyan tek antlaşmadır.  Osmanlı İmparatorluğu devletin varlığını fiilen bitiren, geleceğini tehlikeye sokan Sevr antlaşmasını imzalamış ancak bu antlaşma o tarihte kapatılmış bulunan Osmanlı Mebuslar Meclisi tarafından onaylanmamıştı. Türkiye Büyük Millet Meclisi Sevr antlaşmasını reddederek tarihin çöp sepetine attı.  

 Büyük Atatürk’ün önderliğinde yürütülen ve Birinci Dünya Savaşından sonra  dört yıl süren milli mücadele ve İstiklal Savaşı sonucunda büyük devletlerle egemen eşitlik ilkelerine dayalı olarak müzakere edilerek 24 Temmuz 1924 tarihinde imzalanan  Lozan Antlaşması Türk milletinin kaderini değiştiren bir kilit taşı olmuştur. Lozan’da sağlanan büyük başarıda Atatürk’ün önderliğinde, İsmet Paşa’nın yeni Türkiye’nin azmini, kararlılığını, büyük devletler karşısındaki direncini ortaya koyan diplomasi başarısının rolü büyüktür.  

A. ERDOĞDU- Geçmişten bugüne yabancı ülkelerin Lozan’a bakışı nasıldır?

O. ÖYMEN- Lozan’da Türkiye’nin elde ettiği kazanımların bütün ülkeler tarafından hazmedildiği söylenemez. Bunun  izleri bugün bile bazı devletlerin Türkiye’ye yönelik politikalarında görülüyor. Ülkemizde de Lozan’ın zaman zaman bazı çevrelerde tartışma ve eleştiri konusu yapılmaya çalışılmasının arkasında Lozan’da Türkiye’nin savunduğu çağdaş, demokratik ve laik dünya görüşüne karşı duyulan rahatsızlığın yattığı anlaşılıyor.  

 Atatürk Nutuk’ta Lozan’ı şöyle değerlendiriyor: “Lozan Antlaşması Türk milletine karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşmasıyla tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın sonuçsuz kaldığını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasi zafer eseridir.” Atatürk’ün bu sözlerindeki şifreler nelerdi? Atatürk hangi suikastlardan söz etmişti? Bu soruların cevabını araştırmadan, Lozan’a giden yolun hangi tuzaklarla dolu olduğunu görmeden bu antlaşmayı değerlendirmek eksik bir değerlendirme olur.  

A. ERDOĞDU- Yüzyıllardan beri Batı dünyasında Türklere karşı beslenen ön yargılar nereden kaynaklanıyor?

O. ÖYMEN- Bozkurt Güvenç Türk Kimliği isimli eserinde İngiliz Kardinali Nauman’ın şu sözlerini naklediyor: “Hıristiyan diniyle temasa geçen bütün ırklar, kavimler er geç Hıristiyanlığı kabul etmişlerdir. Bu genel kuralın tek istisnası Türklerdir. Onlar, Hıristiyanlığı kabul etmek şöyle dursun, Hıristiyanlığı ortadan kaldırmaya çalışmışlardır. Tarih sahnesine çıktıkları 1048 yılından beri haçlı düşmanlığının öncüsü, sözcüsü ve simgesi olmuşlardır.  Bu yüzden Türkler XI-XVIII yüzyıllar arasındaki Katolik Kilisesinin en önemli sorunu ve düşmanı olarak görülmüştür.”  

İstanbul’da Elçilik görevinde bulunmuş olan Rumen diplomat Trandafir Djuvara 1914 yılında dikkate değer bir kitap yazdı. Kısa bir süre önce değerli diplomat Pulat Tacar tarafından Türkçeye çevrilen bu eserin adı:  “Türk İmparatorluğu’nun Parçalanması Hakkında Yüz Proje.” Projede Rus Çarlarının, Kralların, Papaların veya üst düzeydeki din adamlarının Osmanlı Devletinin bölünüp parçalanması ve paylaşılmasına ilişkin projeleri ve girişimleri yer alıyor.  Dikkat çekici projelerden biri Napolyon’un projesi. Napolyon Saint Helene adasında sürgündeyken yazdığı anılarında “Türk imparatorluğunu Rus Çarıyla paylaşabilirdim. İstanbul sorunu her seferinde Osmanlı İmparatorluğunu kurtardı. İstanbul uzlaşmanın gerçek engeliydi. Rusya İstanbul’u istiyor ben de vermeye yanaşmıyordum. Çünkü İstanbul bir İmparatorluğa değer ve orasını eline geçiren dünyanın hakimi olur”. 

Yaklaşık 400 yıl boyunca dünyanın en güçlü ve etkili imparatorlukların biri olan Osmanlılar 1699 tarihindeki Karlofça Anlaşması’ndan sonra gerileme dönemine giriyor. Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman gibi çağına damgasını vuran padişahlardan sonra devletin başına geçenler aydınlanma çağının, sanayi devriminin, uygarlığın gelişiminin değerini yeterince kavrayamadıklarından ülke hemen her alanda geriye gidiyor. Bunun askeri, siyasi, ekonomik ve kültürel alanlarda da sonuçları oluyor.  

 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşmasından sonra Osmanlı İmparatorluğundaki azınlıkları nüfuzları altına almaya çalışan devletler bu konuyu Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Osmanlı İmparatorluğunu baskı altına almanın ve yönlendirmenin bir aracı haline getiriyorlar. Küçük Kaynarca Antlaşmasının en önemli sonuçlarından biri Rusya’ya azınlıkları bahane ederek Osmanlıların iç işlerine karışmasına olanak hazırlaması. 

Tarihçi Hammer’in anlattığına göre Padişah savaşın kaybedilmesini Saraydaki müneccimlerin yetersizliğine bağlıyor Prusya Kralı II. Frederik’den kendisine üç müneccim gönderilmesini istiyor.  19. yüzyılın başlarından itibaren savaşlarda üst üste alınan yenilgilerde bir yandan ülke içindeki büyük eksikliklerin, yapılan yanlışlar, bir yandan da Osmanlı topraklarındaki bağımsızlık hareketlerini destekleyen büyük devletlerin rolü var.  

Osmanlı devletinin kendine en yakın saydığı Avrupalı devlet adamlarının gerçek düşünceleri ise kaygı vericiydi. Örneğin Avusturya’nın ünlü başbakanı Metternich “Osmanlı egemenliği yerine bağımsız bir büyük Hıristiyan devletin geçtiği gün o devlet doğal ve aktif müttefikimiz olacaktır.” diyor.  İstanbul’daki İngiliz Büyükelçisi Stanford Cunning’in anılarını kaleme alan Stanley Lane  Pool, “Canning’in etkisiyle kabul edilmiş yasaları uygulamayan. tepe taklak olurdu. Onun karşısında yılgınlığa kapılmayan kimse yoktu” diyor.  

Sadrazam onun hakkında şöyle diyor: “Canning bizzat hükümetin vasisi durumundaydı. Özetle, Dışişleri, İçişleri, Patrikhane, her şey bu adamın kontrolü altındaydı.” 1839’da Tanzimat ilan edilirken Padişah Abdülmecit Cunning’e şöyle diyor: “İngiltere’nin güvenini ve yakınlığını kazanmak isterim.”  

 O sırada büyük devletleri Osmanlı İmparatorluğunu parçalayıp paylaşmak emelini güdüyorlardı. Rus Çarı I. Nikolay, 1853’de Saint Petersburg’da İngiliz Büyükelçisi Hamilton Seymour’a Osmanlı İmparatorluğunun çöküntü içine girdiğini söylüyor ve: “ Kucağımızda hasta, hatta çok hasta bir adam var. Günün birinde, gerekli düzenlemeler yapılmadan elimizden kayıp giderse büyük bir talihsizlik olur” diyor. 

 1853 yılında Rusya Bahriye Nazırı Prens Mençikov’u İstanbul’a göndererek Osmanlı devletindeki bütün Ortodoksların koruyuculuğunun Rusya’ya bırakılması için ültimatom veriyor. Osmanlılar bunu kabul etmeyince Rusya Eflak ve Buğdan’ı  işgal ediyor. Kırım savaşı bu nedenle çıkıyor. İngiltere ve Fransa Osmanlıların yanında savaşa katılıyor. Savaş büyük bir zaferle sona ermek üzereyken Fransa kendi çıkarları doğrultusunda entrikalar yaparak, Rusya’yla barış için gizli temaslarda bulunuyor.  

Gene de Osmanlı devleti savaşın galiplerinden biridir. Buna rağmen müttefikleri Osmanlı devletinden taviz bekliyor. İşte 1856 yılında ilan edilen Islahat Fermanı, Batılılara verilmiş bir taviz niteliğindedir. Pool, kitabında, “Islahat Fermanının hemen her satırında Canning’in kaleminin izi görülür” diyor.   

1857 yılında Wight Adasındaki Osborne’da İngiltere Kraliçesi Victoria ile görüşen Fransız İmparatoru III. Napolyon “Türkler barbardır. Avrupa’dan kovulmaları gerekir” diyor ve Kraliçe’yle Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması için görüşmelerde bulunuyor.  1868 yılında  İngiltere’de Başbakanı Gladstone “Türklerin Avrupa’dan kovulması gerekir” diyor. 

Kırım Savaşında yapılan harcamalar aşırı israflar Osmanlı devletini büyük bir ekonomik kriz içine sokuyor. Devlet adım adım yarı sömürge haline geliyor. 

A. ERDOĞDU- Sayın Öymen, biraz da Padişah Abdülhamit dönemi ve sonrasını anlatır mısınız?

O. ÖYMEN- 23 Aralık 1876 tarihinde Mithat Paşa’nın girişimiyle II. Abdülhamit tarafından ilan edilen Kanuni Esasi ve Meşrutiyet idaresi, biraz önce anlattığım bu olumsuz gidişin durdurulmasını sağlayamıyor. Zaten bundan bir yıl sonra padişah II. Abdülhamit Meclisi kapatarak Meşrutiyet idaresini fiilen askıya alıyor.  

1877-78 yıllarındaki Türk Rus savaşında Osmanlılar, büyük bir yenilgiye uğruyor. Rus ordusu Yeşilköy’e kadar geliyor. Berlin Konferansı çok ağır koşullar getiriyor.  

Osmanlı devleti savaş tazminatının bir bölümüne karşılık Ardahan, Kars, Batum ve Beyazıt vilayetleriyle Dobruca’yı Rusya’ya bırakıyor.  

İngiltere 1878 Berlin Konferansında Osmanlılara destek verme vaadiyle Kıbrıs’ı kiralamak istiyor. Dışişleri Bakanı Saffet Paşa buna karşı çıkınca İstanbul’daki İngiliz Elçisi “Eğer Osmanlı Hükümeti bu antlaşmayı kabul etmezse İngiltere Berlin Kongresinde barış şartlarının iyileştirilmesine çalışmayacak ve İngiliz Hükümeti donanmasının gücüyle Kıbrıs’ı zorla istila edecektir” diyor.  Bu tehdit üzerine Babıali, Kıbrıs’la ilgili İngiliz isteklerini kabul ediyor. Bu arada  İngiltere Ermenileri de Osmanlı devletine karşı tahrik eden devletlerden biri oluyor.  

1897 yılında savaş meydanında Yunanistan’a karşı galip gelen Osmanlıları, gene büyük devletlerin baskısıyla Girit’in Yunanistan’a verilmesine razı oluyor.  

 Abdülhamit döneminde Osmanlı devletine en büyük desteği veren Almanya’nın 1883-1895 yıllarında Türkiye’deki Askeri Heyeti Başkanı General Von der Goltz’un sözleri şunlar: :“300 bin kişilik redif kuvvetleri üzerinde doğrudan nüfuzumuzu kullanarak Osmanlı Ordusunun idaresini bir daha geri alınamayacak şekilde elimize geçirebileceğiz.”   

1912-1915 yılları arasında Almanya’nın İstanbul’daki Büyükelçisi olan Wangenheim da “Türkiye’de orduyu kontrol eden güç biz oldukça, Almanya’ya muhalif hiçbir hükümet işbaşında kalamaz.  Ben orduyu ele geçirerek Türkiye’de iş başına gelecek bütün hükümetleri Almanya’nın denetimi altına alıp Almanya’nın çıkarlarına hizmet edecek hükümetler haline getiririm” diyor.   

A. ERDOĞDU- İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin rolü için neler söylersiniz?

O. ÖYMEN- Selanik’te kurulan İttihat ve Terakki Cemiyeti vatanın tehlikede olduğunu düşünüyor ve meşrutiyetin yeniden yürürlüğe konulmasını istiyordu. Bu derneğin üyeleri arasında Atatürk ve İsmet Paşa da vardı. 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet ilan edildi ve  Kanunu Esasi yeniden yürürlüğe konuldu. 1909 yılının başında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin desteğiyle kurulan hükümete karşı başlatılan şeriatçı eylemler 31 Mart ayaklanmasına yol açtı. Bu ayaklanmanın arkasında İngilizlerin bulunduğunu düşünenlerin sayısı az değil. Bunların arasında Celal Bayar, Enver Ziya Karal, Doğan Avcıoğlu ve Ahmet Emin Yalman gibi önemli şahsiyetler de yer alıyor.  31 Marttan bir gün sonra Selanik’ten yola çıkan Mahmut Şevket Paşa’nın komutasındaki Harekat Ordusu İstanbul’a gelerek isyanı bastırdı. Bu ordunun Kurmay Başkanı olan Kolağası Mustafa Kemal subayların görevlerine dönmeleri için ısrarlı bir  mücadele açmıştı. İsmet Paşa da Hatıralarında  o günlere ait izlenimlerini anlatırken “Hepimiz bir noktaya samimi ve kesin olarak inanmış bulunuyorduk. Orduyu mutlaka siyasetten kurtarmak lazımdı.” diyor.  27 Nisan 1909’da Mebuslar ve Ayan üyeleri Yeşilköy’de toplanarak Abdülhamit’in tahttan indirilmesini kararlaştırdılar. Şeyhülislam’dan fetva alındı. Abdülhamid tahttan indirilerek Selanik’e gönderildi.   

Osmanlı İmparatorluğunu parçalamak amacıyla yabancı devletlerce başlatılan savaşlar ülkeyi hızla çöküntüye sürükledi. 1911 yılının sonlarında İtalya Trablusgarp ve Bingazi’ye karşı saldırıya geçti. Mustafa Kemal, Enver Bey ve arkadaşları yerli halkı İtalyan saldırısına karşı örgütlediler. Kıyılarda başarılı olan İtalyan’lar ülkenin içlerine giremediler. Ancak İtalyan donanması 12 Adayı işgal etti.  Bu gelişmeler olurken 8 Ekim 1912’de Karadağ Osmanlılara savaş açtı. Bir hafta sonra Osmanlı devleti Balkan ülkelerine savaş ilan etti. Bir ay süren savaşın sonunda Osmanlı ordusu yenilgiye uğradı. Düşman orduları Çatalca’ya kadar geldi.  

Yunan donanması Limni, İmroz, Taşoz, Sakız, Bozcaada ve Midilli’yi işgal etti. 30 Kasım’da mütareke imzalandı. Büyük devletlerin İstanbul’daki elçileri Babıali’ye bir nota vererek Edirne’nin Balkan İttifakı devletlerine verilmesini istediler.  Bu arada Balkan Savaşını kazanan ülkeler arasında anlaşmazlıklar çıktı. 29 Haziran 1913’te Bulgar kuvvetlerinin saldırıya geçmesi üzerine 2. Balkan Savaşı başladı.  Bu arada Osmanlı ordusu harekete geçerek Edirne’yi geri aldı.  

A. ERDOĞDU- Balkan savaşlarındaki yenilgilerin sebebi neydi?

O. ÖYMEN- İsmet Paşa “En büyük sorumluluk savaştaki komutanlara aitti. Ordunun siyasete karışmasının da bu yenilgilerde rolü olmuştur. Ayrıca Yemen isyanında oraya otuz beş otuz altı taburdan oluşan büyük  bir kuvvet gönderilmesinin de olumsuz etkisi vardır. Bu kuvvet Balkan savaşına katılan ordularımıza eklenseydi bu savaştan zaferle çıkardık” diyor.  

 İşte 200 yılı aşkın süre yukarıdaki örneklerin gösterdiği gibi büyük iç hatalar ve dış baskıların sonucunda çöküşe doğru giden Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşına bu koşullarda girdi.  

A. ERDOĞDU- 1. Dünya Savaşı öncesi ve sonrasıyla ilgili yorumlarınız nelerdir? 

O. ÖYMEN- Cemal Paşa ve Maliye nazırı Cavit Bey, Fransızlarla ve İngilizlerle beraber savaşa katılma yanlısıydı. Ancak bu amaçla yapılan temaslar sonuçsuz kaldı. Alman İmparatoru II. Wilhelm Türkiye ile birlikte savaşa katılmanın Almanya’nın çıkarına olacağını düşünüyordu. Beklentisi Osmanlı Padişahının cihat çağrısında bulunması ve çok sayıda Müslümanın İngilizlere karşı bir güç unsuru oluşturmalarıydı.  

Atatürk o sırada Sofya’da Askeri Ataşe olarak bulunuyordu. Andre Mango’nun Atatürk kitabında yazdığına göre Atatürk şöyle düşünüyordu: “Almanlarla beraber savaşa girmek hata olur. Almanya savaşı kazanırsa Türkiye’yi bir sömürge haline getirebilir.  Kaybederlerse Türkiye her şeyi kaybeder diyordu.  Askeri açıdan bakıldığından Almanların bu savaşı kazanacağından emin değilim. Almanların izlediği strateji sonunda onları yenilgiye götürecektir. ”  

 İsmet Paşa da savaşa Almanların yanında girmenin hata olduğunu düşünüyordu. Anılarında şöyle yazıyor: “Birinci Dünya Savaşına bu şartlar altında girmek Osmanlı İmparatorluğu’nun talihsiz akıbetine sebep olacaktır. Sonunda Almanların mağlup olma ihtimalini daha kuvvetli görüyordum.” diyordu.  

İngilizler, daha savaş başlamadan 12 milyon İngiliz lirası ödenerek satın alınan Sultan Osman ve Reşadiye zırhlılarının son dakikada Türklere teslim edilmesinden vaz geçtiler.  

Türkiye’nin Almanya’nın yanında savaşa katılmasını öngören antlaşmaların görüşmeleri çok gizli tutulmuştu. Sadrazam Sait Halim Paşa, Enver ve Talat Paşaların dışında sadece Meclis Başkanı Halil Beyin bu görüşmelerden haberi vardı.  Alman Genelkurmay Başkanlığı Türklerin bir an önce savaşa girmelerini istiyordu. Alman çıkarları bunu gerektiriyordu. Osmanlı Devleti 2 Kasım 1914’te savaşa katıldı. Akdeniz’de İngiliz savaş gemilerinin takibinden kaçan Alman gemileri Göben ve Breslau, Çanakkale’den geçip İstanbul’a gelmeleri bölgedeki dengeleri değiştirdi. Osmanlı devleti bu gemileri satın aldığını açıkladı. Enver Ziya Karal’ın “Büyük Osmanlı Tarihi”nde yazdığı gibi, Enver Paşa 24 Ekim’de Göben (Yavuz)  gemisinin komutanı Souchon’a gizli bir talimat vererek “Rus filosunu arayınız ve nerede bulursanız savaş ilan etmeden hücum ediniz” dedi.  

Savaş başladıktan sonra Alman Genelkurmayı Osmanlı ordularının Sarıkamış’ta, Kanal bölgesinde ve daha sonra Galiçya’da saldırı savaşı yapmalarını istedi. Oysa Türk orduları bu bölgelerde başarı kazanma şansı yoktu. Üstelik Almanya bu ordulara yeterli silah, cephane ve malzeme sağlamamıştı. İsmet Paşa “Sarıkamış’taki taarruz teşebbüsünü Enver Paşa emretmiştir. Onun Alman sevk ve idaresine yardım etmek için talep üzerine bu seferi yaptığı tahmin olunmaktadır.” diyor.   

Savaş yıllarında Wellington House diye anılan İngiliz Propaganda Bakanlığı, Almanya ve Türkiye aleyhinde yoğun propaganda çalışmaları yapıyor ve çok sayıda kitap ve broşür yayınlıyordu. Bunlardan “Mavi Kitap” diye bilinen kitap, her iki ülke aleyhine asılsız iddiaları içeren propagandaları dünyaya yaydı. Türkler aleyhinde yayınlanan ve Ermenilere zülüm yapıldığı yolunda asılsız veya abartılı iddialar içeren Mavi Kitap savaş yıllarında Avrupa’da ve Amerika’da Türkler aleyhinde propaganda savaşı silahı olarak kullanıldı.   

Türklerin Çanakkale’de Atatürk’ün önderliğinde ve üstün komuta yeteneğiyle yürüttüğü savaşta, dünyanın en büyük devletlerine karşı silah, cephane ve lojistik açılarından Almanlardan zamanında yeterli destek sağlayamamasına rağmen  büyük bir zafer kazandı. Buna karşılık İngiliz ve Fransız Savaş gemileri Kızıldeniz’de Osmanlı askerlerine karşı Arapların başlattığı ayaklanmaya büyük destek verdiler. 

 Kut’ül Amere’de General Townsend’in komutasındaki İngiliz ordusu Türk askerleri tarafından kuşatıldı ve büyük bir yenilgiye uğratıldı. İşin ilginç tarafı İngiliz Savaş Bakanı Lord Kichener’in  bu kuşatmadan kurtulmak için düşündüğü son çarelerdi. Eugene Rogan’ın yazdığına göre, Kichener, Savaş kabinesinde çarelerden birinin bölgeye provokatör ajanlar gönderilerek Türk ordusuna karşı bir Arap isyanı başlatılması olduğunu söyledi.  Bu mümkün olamazsa Türk ordusunun Komutanı Halil Paşa’ya İngiliz askerlerinin serbest bırakılması karşılığında 2 milyon sterlin rüşvet teklif edilmesiydi.  Her iki görev için Arabistan’da bulunan istihbarat subayı Lawrence görevlendirildi. İki yöntem de başarısızlığa uğrayınca General Townsend başta olmak üzere 227’si subay olan  13.309 İngiliz askeri teslim oldu. İngilizlerin ve Fransızların yaptığı entrikalar, Mekke Şerifi Hüseyin’e verdiği ve asla gerçekleşmeyecek olan vaatler yoluyla başlatılan Arap ayaklanması Osmanlıların o bölgede uğradığı yenilgiye yol açan nedenlerden biri oldu. Cemal Paşa, Şerif Hüseyin’in İngilizlerin yönlendirmesiyle bir ayaklanma başlatacağından son ana kadar haberdar olamadı.  Süveyş Kanalına yönelik seferin de Alman karargahının talepleri doğrultusunda yapıldığını belirtiyor.   

Bu arada Almanlar güçlüklerle karşılaştıkları Galiçya Cephesine çok sayıda Türk askerinin gönderilmesini talep ettiler. Enver Paşa bu talep üzerine iyi eğitilmiş bir kolorduyu  o cepheye gönderdi. En iyi birliklerin o cephelere gönderilmesi Ortadoğu’da savaşan birliklerimize yeterince takviyede bulunulmasını olanaksız hale getirdi.  

A.ERDOĞDU- Savaşın sonuna gelinirken, gelişmeler nasıldı?

O. ÖYMEN- Savaşın sonu yaklaşmıştı. Buna rağmen Kafkasya cephesinde Türkler başarılar kazandılar.  3 Mart 1918’de Brest Litovsk’da imzalanan antlaşmayla Kars, Ardahan ve Batum’un Rus askerlerince boşaltılması kararlaştırıldı. Bu arada Türk ordusu Erzincan’ı, Trabzon’u, Erzurum’u ve Van’ı ele geçirdi. 6 Nisan’da Sarıkamış’ı, 14 Nisan’da Batum’u ve 25 Nisan’da da Kars’ı geri aldı.   

Ancak Batı cephelerinde yenilen Almanların amacı Kafkasya’daki petrollere sahip olmaktı. Almanya Türkiye’nin o bölgede kazanımlar elde etmesine karşıydı. Enver Paşa bölgeye geldi. Savaşın son aşamasında Türklerle Almanla arasında büyük bir çıkar çatışması meydana geldi.  

Almanya’yla Türkiye’de en çok güvendikleri Enver Paşa arasında sert rüzgarlar esiyordu.  

İsmet Paşa savaşın sonlarında Türkiye ile Almanya arasında çıkar çatışmaları olduğunu görüyor ve Hatıralarında  “Almanya istediği ölçüde bir zafer kazansaydı onlardan kurtuluş kolay olmayacaktı. Açıkça görülüyordu ki, Türkiye’ye gitmemek üzere gelmişlerdi.” diyor. 

A.ERDOĞDU- Sayın Öymen, biraz da Mondros Mütarekesi ve sonrasından bahseder misiniz?

O. ÖYMEN- Osmanlı Devleti 1918 yılının Ekim ayında mütareke talebinde bulundu. İngiltere Akdeniz Filosu Başkomutanı Amiral Calthrope’u mütareke görüşmelerinde bulunmakla görevlendirdi. Görüşmeler Limni Adasının Mondros limanında bulunan Agamemnon zırhlısında yapıldı ve Türk Heyetine Rauf Orbay Başkanlık etti. İngilizlerin mütareke koşulları ağırdı. Çanakkale ve İstanbul boğazları açılacak, Boğazlardaki istihkâmlar İtilaf devletleri tarafından işgal edilecekti. Sınırların korunması ve asayiş ihtiyaçları dışındaki askerler terhis edilecekti. Bütün Osmanlı savaş gemileri enterne edilecekti. Önemli stratejik noktalar İtilaf devletleri tarafından işgal edilecekti.  Ermenilerin bulunduğu vilayetlerde karışıklık çıkarsa bu vilayetler işgal edilecekti. Mütareke 30 Ekim 1918 tarihinde imzalandı.   

Calthrope Rauf Beye bazı sözlü vaatlerde bulunmuştu. Örneğin İstanbul hiçbir zaman işgal edilmeyecekti.  Ama bu vaatler yerine getirilmedi. O sıralarda İstanbul’da Harbiye Nezareti Müsteşarlığına atanan İsmet Paşa mütarekede son derecede zararlı sonuçlar verebilecek maddeler bulunduğunu söylüyor.  

Daha savaş sona ermeden İtilaf devletleri arasında Osmanlı devletini paylaşma antlaşmaları yapılmıştı.  16 Mayıs 1916’da imzalanan Syke-Picot antlaşmasına göre Fransa, Suriye, Lübnan, Adana civarını ve Musul’u alacaktı. İngiltere Ürdün, Irak ve Filistin’e sahip olacaktı. Osmanlı devletinin geri kalan kısımlarında bir Arap devleti kurulması öngörülüyordu. Picot’nun görüştüğü Bogos Nubar Paşa’yla Adana civarında Türklerle savaşmak üzere bir Ermeni lejyonu kurulması kararlaştırılmıştı Bu birlik, ileride kurulması öngörülen Ermeni devletinin çekirdeğini oluşturacaktı.   

Savaş bittikten sonra 1919 yılında Paris’te galip devletlerin liderlerinin katılımıyla bir zirve toplantısı düzenlendi ve savaştan sonra imzalanacak antlaşmalarla ilgili önemli kararlar alındı. ABD Başkanı Wilson, İngiltere Başbakanı Lloyd George ve Fransa Başbakanı Clemenceau’nun katılımıyla yapılan toplantıda Yunanistan’ın İzmir ve civarını işgal etmesi kararlaştırıldı. Lloyd George bu kararı Venizelos’a bildirdi. İzmir’in işgali bu kavrar üzerine 15 Mayıs günü  gerçekleştirildi.    

17 Haziran’da Osmanlı İmparatorluğu’yla imzalanacak Antlaşmanın esasları belirlendi. Sadrazam Damat Ferit Paşa’nın da katıldığı bu toplantıda Türklerle ilgili çok ağır sözler söylendi. Clemenceau şöyle dedi: “Avrupa’da, Asya’da veya Afrika’da hiçbir yer yoktur ki, Türklerin yönetimi refahı azaltmamış, kültür düzeyini düşürmemiş olsun. Türkler işgal ettikleri yerleri tahrip etmekten başka bir şey yapmamışlardır” Başkan Wilson Türk heyetinin sağduyudan tamamen yoksun olduğunu, eşyalarını toplayıp gitmesi gerektiğini söyledi. İstanbul’un bile Türklerin elinden alınması gerektiğini düşünmeye başladığını belirtti.  

Yunan askerlerinin İzmir’e çıkartma yaptığı  gün Atatürk 18 silah arkadaşıyla birlikte yola çıktı ve 19 Mayıs’ta Samsun’a vardı.  Atatürk Osmanlı Devletinin o tarihteki durumunu Nutku’nda  açık bir dille anlatıyor. Maalesef İstanbul’da bazı aydınlar, Wilson Derneği adında bir dernek kurmuşlar ve Amerikan Başkanı Wilson’a bir mektup göndererek Türkiye’nin Amerikan mandasına girmesini istemişlerdi.  

A. ERDOĞDU- Atatürk’ün Samsun’a çıktıktan sonraki gelişmeleri inceleyelim.

O. ÖYMEN- Atatürk, Samsun’a çıktıktan sonra gittiği Amasya’da yayınladığı genelgede milli mücadelenin hedefini özetle şöyle belirtiyor:  

-Vatanın bütünlüğü, ulusun bağımsızlığı tehlikededir. 

-İstanbul Hükümeti sorumluluğunu yerine getirememektedir. Ulusun bağımsızlığını gene ulusun azmi ve kararı kurtaracaktır.  

A. ERDOĞDU- İzin verirseniz burada, Milli Mücadele kime karşı yapılmıştır, sorusunu yöneltmek istiyorum.

O. ÖYMEN- Atatürk’ün Nutuk’ta “Kurtuluş Savaşı, başta İngilizler olmak üzere İtilaf devletlerine karşı bir savaştı. Ancak bu gerçek açıkça ifade edilmeden Yunanlılarla savaşılacaktı” diyor.  

 Doğan Avcıoğlu’nun yazdığına göre İsmet Paşa da “İstiklal mücadelesi aslında İngilizlere ve İngiliz tertiplerine karşı yapılmıştır” görüşündedir.  

A. ERDOĞDU- Peki Milli Mücadelenin amacı neydi?

O. ÖYMEN- 7 Temmuz 1919 gecesi Atatürk Mazhar Müfit Kansu’yu yanına çağırır ve şimdilik gizli tutması kaydıyla Milli Mücadelenin hedeflerini yazdırır. Bu hedefler şunlardır: 

  1. Zaferden sonra devletin şekli cumhuriyet olacaktır. 
  2. Padişah ve haneden hakkında zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır. 
  3. Tesettür kalkacaktır. 
  4. Fes kalkacak ve medeni milletler gibi şapka giyilecektir. 
  5. Latin harfleri kabul edilecektir.  

Erzurum ve Sıvas Kongreleri yabancıların itirazına rağmen yapılır ve o kongrelerde milli iradeye dayalı olarak  kurulacak egemen ve bağımsız  Türk devletinin temelleri atılır. Atatürk’ün başkanlığında oluşturulan Temsil Heyeti Kongrelerde alınan kararların sözcülüğünü ve savunuculuğunu yapar.  İstanbul’daki Mebuslar Meclisi 11 Nisan 1920 tarihinde Padişah tarafından kapatılmadan önce Atatürk ve arkadaşları tarafından kaleme alınan ve Türkiye’nin savaştan sonra kabul edeceği temel ilkeleri ortaya koyan Misakı Milli’yi kabul etti.

A. ERDOĞDU- T.B.M.M’nin açılışı ve sonrasında yaşananlar.

O. ÖYMEN- 23 Nisan 1920 tarihinde Ankara’da kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi Türk halkının tek temsilcisiydi. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hedefi ülkemizi istila etmeye çalışan yabancı orduları topraklarımızdan çıkartıp bağımsız, egemen ve çağdaş bir Türk devleti kurmaktı.   Kurtuluş savaşı sırası Yunan istila kuvvetleriyle Padişahın milli kuvvetlere karşı oluşturduğu Kuvveti İnzibatiye arasında yakın bir işbirliği olduğu görülüyordu. Yabancı ülkeler de milli kuvvetlerle savaşan çeteleri destekliyorlardı.   

Başbakan Damat Ferit Padişahın onayıyla Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi’ye ulusal kurtuluş hareketine karşı bir fetva hazırlattı. Bu fetvada ulusal hareketin Hilafete karşı bir ayaklanma olduğu belirtiliyor ve bu harekete katılanların öldürülmesi gerektiği belirtiliyordu.  Mustafa Paşa Divanı Harbi de başta Atatürk olmak üzere milli mücadelenin önderlerini gıyaplarında yargıladı ve bir çoğunu 11 Mayıs 1921’de idama mahkum etti.  Padişah Vahdettin bunlar arasında sadece Atatürk’ün idam kararını onayladı.  

Ulusal kuvvetlerin Yunan istilacılarıyla yaptığı savaşlarda başarılı sonuçlar alması üzerine  yabancı devletler TBMM hükümetine karşı olumlu bir tavır içine girmeye başladılar. Birinci İnönü zaferinden sonra Sevr antlaşmasının ilk şekliyle uygulanamayacağını anlayan İngiltere 1921 yılının Şubat ayında Londra’da bir konferans düzenleyerek Sevr’in küçük değişiklikler yapılmış şeklini Türk tarafına kabul ettirmeye çalıştı. İtilaf devletlerinin bu önerileri Türk tarafınca kabul edilmedi.   

A. ERDOĞDU- Bu dönem içerisinde Türkiye, Rusya ilişkileri nasıldı?

O. ÖYMEN- Sovyetler Birliği, Milli Mücadele sırasında Türkiye’ye askeri ve mali yardımda bulundu. Sovyetlerin Türkiye’ye yardımları İngiltere’yi rahatsız ediyordu. Bu yardımları engellemek için baskı yapmaya çalıştılar ama sonuç alamadılar.   

1921 yılının Mart ayında Türkiye’yle Rusya arasında bir dostluk ve işbirliği antlaşması imzalandı. Bu antlaşmaya göre Kars, Ardahan ve Artvin Türkiye’ye bırakılıyor, Batum’da özerk bir idare kuruluyordu. Sovyet Rusya Türkiye’de kapitülasyonlar rejimini tanımadığını belirtiyordu.   

İkinci İnönü ve ondan sonra da Sakarya muharebelerinin Türk tarafınca zaferle sonuçlandırılmasının da dünyada yankıları oldu. 26 Eylül 1921 tarihinde Ankara’da Franklin Bouillon’un temsil ettiği Fransızlarla bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşmayla ülke topraklarının bir bölümü düşman işgalinden kurtarıldı. Göktaş Faysal’ın  Türk Kurtuluş Savaşında SSCB Yardımları. Başlıklı makalesinde yazdığına göre iki ay sonra yeniden Türkiye’ye gelen Franklin Bouillon ile yapılan görüşmeler sonunda Fransızlar Türkiye’ye bazı askeri malzeme ve teçhizat vermeyi kabul ettiler.  30 Ağustos 1922’deki Başkumandanlık Meydan Muharebesinde Atatürk’ün komutasındaki ordularımızın  büyük bir zafer kazanması Yunan birliklerinin Türk topraklarını tamamen terk etmesiyle sonuçlandı. Atatürk Trakya topraklarındaki Yunan askerleri tarafından terkedilmesi için askeri baskı uyguladı. Buna engel olmak için gerekirse yeni bir savaşı göze alan İngiltere Başbakanı Lloyd George’um girişimleri sonuçsuz kaldı.   

A. ERDOĞDU- Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması sonrasındaki gelişmeler nelerdir?

O. ÖYMEN- Türkiye’nin ulusal kurtuluş savaşını zaferle sonuçlandırması üzerine Churchill şunları söyledi “Türklerin yeniden Avrupa’ya girmeleri İtilaf devletleri için en kötü aşağılanmadır. İtilaf devletlerinin zaferi hiçbir yerde Türkiye’deki kadar tam olmamıştı. Şimdi galibin gücü hiçbir yerde Türkiye’deki kadar gösterişli bir şekilde aşağılanmamıştır. Ve sonunda başarılı bir savaşın bütün meyveleri, uğrunda binlerce askerin hayatını verdiği Gelibolu, Filistin, Mezopotamya başarıları, bunların hepsi bir utanç içinde sona ermiştir.” 

Mütareke görüşmeleri 3 Ekim 1922’de Mudanya’da yapıldı. Türk Heyetine İsmet İnönü başkanlık ediyordu. Türk heyetinin karşısında İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcileri bulunuyordu. Yunan temsilcisi masada yoktu. Onlar görüşmeleri açıktaki bir gemiden izliyorlardı. Bu müzakereler sırasında İngiltere’nin öncülüğündeki İtilaf devletleri hedefi Yunan kuvvetlerinin Trakya’dan çekilmesini ve Edirne dahil, Meriç nehrine kadar Trakya’nın Türklere geri verilmesi kabul ettiler.  Mütareke metni 11 Ekim günü imzalandı. Mudanya mütarekesi Türkiye açısından büyük bir başarı oldu. İngiltere Başbakanı Lloyd George görevinden istifa etti. İngiltere hükümeti düştü. Yeni Başbakan Bonar Law,  The Times gazetesine gönderdiği bir mektupta “İngiltere İtilaf devletlerinin yardımı olmadan sadece kendi milli çıkarlarını koruyabilir. Tek başımıza dünyanın jandarması rolünü oynayamayız.” dedi.  

A.ERDOĞDU- Sayın Öymen, artık Lozan’dan ve sonrasından konuşabiliriz. Lozan’daki başarıyı nasıl anlatırsınız?

O. ÖYMEN- Lozan Diplomasi Zaferi’dir.  

Barış Konferansı İsviçre’nin Lozan şehrinde yapılacaktı. İtilaf devletleri bu konferansa Ankara hükümetinin yanı sıra İstanbul hükümetinden de bir heyet davet etmişlerdi. Sina Akşin’in Türkiye Tarihi kitabında yazdığına göre Padişah Vahdettin daha savaş bitmeden,, 6 Nisan 1922 tarihinde İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri  Rumbold’a “Barışı yasal bir hükümetle mi yoksa bir ihtilal örgütüyle mi yapacaksınız. Biz Ankara’nın kabul etmeyeceği şartlarla barış yapmaya hazırız” demişti. Büyük taarruzdan üç hafta önce Yüksek Komiserle yeniden görüşen Vahdettin, Yunanlıların boşaltacakları yerlerin İstanbul hükümetine verilmesini istedi ve İngiltere’den para, silah ve donanma desteği talep etti. İtilaf devletleri Lozan müzakerelerine Ankara Hükümetinin yanı sıra İstanbul Hükümetini de davet ettiler. Bu sorunu aşmakta Atatürk’ün bulduğu çözüm bir devrimci liderin yapabileceği cinstendi. TBMM kararıyla saltanat kaldırıldı. İstanbul hükümetinin varlığı sona erdi ve Lozan’a katılması söz konusu bile olmaktan çıktı.   

Barış Konferansında  Türk heyetine Kurtuluş savaşında ve Mudanya mütarekesi görüşmelerinde büyük başarı gösteren İsmet İnönü başkanlık edecekti. İsmet Paşa bu göreve istekli değildi ama Atatürk’ün ısrarı üzerine görevi kabul etti. Önce Dışişleri Bakanlığına, Sonra da Lozan Temsil Heyeti Başkanlığına atandı.  Birinci Dünya Savaşının mağluplarına barış antlaşmalarını müzakeresiz dayatan İtilaf devletleri, ilk defa Türkiye’yle eşitlik esasına dayalı görüşmeler yapmayı kabul etmek zorunda kalmıştı.  İngiliz heyetine başkanlık eden Dışişleri Bakanı Lord Curzon bu durumu içine sindirememişti. Görüşmelerde her vesileyle İsmet Paşa’ya “Siz Mudanya’dan geldiniz ama biz Mondros’tan geliyoruz; siz Yunanlıları yendiniz ama müttefikleri yenemediniz” diyerek üstünlük taslamaya çalışıyordu. 

Lord Curzon, diğer müttefiklerinin desteğini alarak  İsmet Paşa’yla mücadele edecekti.  Onun için konferansın başlama tarihini bir hafta geciktirdi. İsmet Paşa Lozan’a vardığında, orada hiçbir delegasyon yoktu. Fransız Başbakanı Poincaré bu durumu örtmek için İsmet Paşa’yı Paris’e davet etti. Bu İsmet Paşa’ya konferansın havası ve  karşılaşacağı sorunlar hakkında gözlemde  bulunma fırsatı verdi.  

A.ERDOĞDU- Lozan’a giderken İsmet Paşa heyetine verilen talimatlar nelerdi?

O. ÖYMEN- En büyük güçlüğün kapitülasyonlar konusunda çıkacağı anlaşılıyordu. Paşa bu konuda çok kararlıydı. Ankara’da Atatürk’ün kendisine verdiği 14 maddelik talimatın en önemli maddesi kapitülasyonlarla ilgiliydi ve bu konuda güçlükle karşılaşırsa, ayrıca talimat almaya gerek duymadan Ankara’ya dönmesi gerektiğini bildiriyordu. Diğer maddeler arasında da buna benzer hususlar vardı. Örneğin Ermeni Yurdu kurulmasında ısrar edilirse konferans kesilecekti. Misakı Millideki hedefler her konuda savunulacaktı. Azınlıklar konusu mübadeleyle çözülecekti. Yabancı kurumlar Türk kanunlarına tabi olacaktı. Sınırlarla ilgili hedeflerimiz saptanmıştı. Duyunu Umumiye kaldırılacaktı. Osmanlılardan ayrılan devletler Osmanlı borçlarından kendi paylarına düşeni ödeyeceklerdi. Lozan’da İsmet Paşa’yı zorlu bir mücadele bekliyordu. Ama Müttefik devletler de karşılarında çetin bir ceviz bulacaklardı.  

A ERDOĞDU- Lozan Konferansı’nın açılış oturumu ve sonrasında neler  oldu?

O. ÖYMEN- Konferansın açılış oturumuyla ilgili düzenlemeye göre müttefik ülkelerin baş temsilcilerine büyük koltuklar, İsmet Paşaya daha küçük bir koltuk hazırlanmıştı. Paşa kendisine de aynı büyüklükte bir koltuk verilmesini istedi. Bunu yapmak zorumda kaldılar.  İlk tasarıya göre İsviçre Cumhurbaşkanı konuşacak ve çalışmalara başlanacaktı. Ama Lozan’da öğrenildi ki, Lord Curzon da konuşacaktı. İsmet Paşa “O konuşursa ben de konuşurum” dedi ve konuştu.  

Konferans başlamadan Lord Curzon müttefiklere 11 maddelik bir ortak tutum belgesi tasarısı gönderdi. Herkes bu çizgide konuşacaktı.   

İsmet Paşa, 13 Kasım 1922’deki basın toplantısında çerçeveyi şöyle çizdi:  “Dünya Savaşı sonunda Türkiye’ye barış teklif edilmedi, her taraftan saldırıldı. İçeride gerici unsurlar kışkırtıldı. Padişah milliyetçilere cephe aldı. Türk topraklarının büyük kısmı yakılıp yıkıldı. 20’den fazla Türk şehri tahrip edildi.” İşte İsmet Paşa böyle haksızlıklara maruz kalmış bir ülkenin haklarını savunacaktı.   

Konferansta İsmet Paşa rahat bir ortamda mı çalışacaktı? Pek değil.  Başta Türk Hükümeti olmak üzere bazı yabancı kaynaklardan İsmet Paşa’ya karşı bir suikast düzenlenebileceği yoluna bilgiler geliyordu. 13 Ocak 1923 tarihinde Atatürk doğrudan doğruya İsmet Paşa’ya bir mesaj göndererek İsviçre’de bulunan Çerkez Ethem’in Lozan’a gelerek delege heyetimize suikast düzenlenmesinin Genelkurmayca muhtemel görüldüğünü bildirdi.  

Bu iddiaların ciddiye alınması gerekiyordu. Zira Lozan’daki Rus Heyeti Başkanı ve ülkesinin Roma Büyükelçisi Vorovski 10 Mayıs 1923’de otelinin restoranında yemek yerken vurularak öldürülmüş ve delegasyonunun iki üyesi de ağır yaralanmıştı.  

Lozan Konferansı, komisyonlar halinde toplanıyordu. Birinci Komisyonda siyasi konular ele alınacaktı. Önce sınırlar konusu görüşüldü. Mudanya’da halledilen bazı konular İngilizler tarafından yeniden gündeme getirildi. İsmet Paşa Edirne’yle birlikte Karaağaç’ın da Türklere bırakılması konusunda Mudanya’da varılan mutabakatı hatırlattı. Lord Curzon bundan habersiz göründü. Karaağaç’ın Türklere verilemeyeceğini söyledi  ve konferansın son aşamalarına kadar Karaağaç Türklerle bir pazarlık unsuru olarak yürütüldü. İsmet Paşa Batı Trakya’da plebisit yapılmasını önerdi. Bu bölgenin nüfusunun çoğunluğu Türklerden oluşuyordu ve topraklarının çoğu da Türklere aitti. Lord Curzon ve diğer İtilaf devletleri temsilcileri buna da itiraz ettiler. Türkiye’nin Batı sınırı Meriç olacaktı ama sınır Meriç’in neresinden geçecekti. Türkiye dünyadaki diğer örneklerde olduğu gibi nehrin ortasından geçmesini istiyordu. Buna da itiraz ettiler. Onlara göre sınır, Meriç’in sol sahilinde geçmeli yani nehirden yararlanma hakkı Yunanlıların olmalıydı. Bu konu da konferansın sonuna kadar tartışılmaya devam eti. 

A. ERDOĞDU-  Boğazlar Sorunu ve Ege Adaları  konusu nasıl görüşüldü?

O. ÖYMEN- Boğazlar meselesi Konferansın en önemli konularından biriydi. Türkiye’nin önerisi üzerine Sovyet Rusya da Konferansın Boğazların görüşüleceği bölümüne katıldı. Ruslar Türkiye’nin haklarını biraz da aşırıya giden yaklaşımlarla destekliyorlar ve bir antlaşmaya varmayı neredeyse olanaksız hale getiriyorlardı. İsmet Paşa bu konuyu Rus temsilcisi Dışişleri Bakanı Çiçerin’le görüştü ve Türkiye’nin izlediği kararlı ama makul çizgiyi savundu.   

Boğazlarda ticaret gemilerinin ve savaş gemilerinin hangi durumda ve hangi koşullara uyarak geçecekleri konusunda büyük güçlük çıkmadı ama Boğazların ve Marmara’nın iki yanındaki bölgelerin askersizleştirilmesi konusunda ciddi tartışmalar oldu. Boğazların savunması nasıl olacaktı? Türk tarafı bu konuların  Türkiye’nin güvenliğine zarar vermemesi için mücadele ediyordu. Aynı şekilde Boğazlardan geçişi bir Komisyon düzenleyecek, Komisyonun başkanlığını, Sevr’den farklı olarak Türkiye yapacaktı ama Komisyonun yetkileri ne olacaktı? İşte bu konuda da tartışmalar oldu.  

İsmet Paşa askersizleştirilecek bölge ile ilgili hükümler hakkında görüşlerini açıklarken bunun ancak tahkimat ve savunma tedbirleriyle mümkün olabileceğini söyledi. Marmara’nın Boğazlar kavramının dışında bırakılmaması gerektiğini vurguladı. “Boğazlar Anadolu ile Trakya arasında geçiş yeri olduğundan askeri hareketlere izin vermek gerekir. Marmara kıyılarını donanmayla savunmak lazımdır. Bunun için İstanbul’da ve boğazlarda tersaneler ve deniz tesisleri bulundurmak zorunludur. Askerlikten arındırılacak bölgeler sınırlandırılmalıdır. Boğazların dışındaki İmroz, Bozcaada ve Semadirek Türk egemenliğine bırakılmalıdır. Limni’ye özerklik verilmelidir. Gelibolu’ya savunma olanaklar sağlanmalıdır” dedi. Bu görüşmelerde Türk heyetinin ısrarla savunduğu görüşler konun Türkiye’nin güvenliği açısından ne kadar önemli olduğunu ortaya koyuyordu. İsmet Paşa, İstanbul’un ve Marmara Denizi’nin güvenliğinin sağlanması koşuluyla Boğazların dünya trafiğine açılabileceğini, ancak bunun Boğazların tahkimatsız bırakılmasını gerekli kılmayacağını söyledi. İsmet Paşa’nın kararlılıkla savunduğu bu görüşler Lord Curzon’un bazı noktalarda geri adım atma atmasına yol açtı.  

İsmet Paşa Akdeniz ve Ege Denizindeki Adaların Türkiye’nin güvenliği için taşıdığı önemi belirtirken Limni, Midilli, Sakız Sisam ve Nikerya adalarının tam olarak askersizleştirilmesi gerektiğini, İmroz ve Bozcaada’nın büyük devletlerin 14 Şubat 1914 tarihli notalarıyla Türkiye’ye bırakıldığını hatırlattı.  

A. ERDOĞDU- Gelelim Azınlıklar Konusuna 

O. ÖYMEN- Azınlıklar konusu görüşülürken Lord Curzon diplomatik kurallara uymayan bir manevra yaparak bu konunun gündeme alındığını Türk tarafına çok geç bildirdi. O sırada İsmet Paşa istirahate çekilmişti. Delegasyonun kâtibi İsmet Paşayı rahatsız etmekten çekindi. Oysa acil durumlarda mutlaka Paşaya derhal bilgi verilmesi gerekiyordu. İsmet Paşa’nın bu işe canı sıkıldı. Curzon Türk delegasyonuna hazırlık yapmak için yeterli zaman bırakmamıştı. Ama bu konuda daha Ankara’dan ayrılmadan önce hazırlanmış bir konuşma notu vardı. Paşa toplantıda bu notu okudu. Sonunda görüşlerini şöyle özetledi:  Türkiye’de azınlıkların kaderinin iyileştirilmesi, her türlü yabancı müdahalesinin ve dışarıdan kışkırtmalarda bulunulmasının ortadan kaldırılmasına bağlıdır. Bu amaç ancak Türk ve Rum halklarının değişimiyle gerçekleştirilebilir. Nüfus değişiminin dışında kalacak azınlıkların güvenlikleri ve gelişmeleri için Türk yurttaşı olarak bütün görevlerini yerine getirecek topluluklara Türkiye’nin geniş görüşlü politikasının vereceği garantiler yeterlidir. Lord Curzon görüşülen bütün bu konuların çözüme bağlanmasını erteliyor, sorunları birbirine bağlamaya çalışıyor ve Türklerden taviz almaya çalışıyordu. Ancak sonunda İsmet Paşa’nın görüşleri kabul edildi. 

A. ERDOĞDU-  Patrikhane Meselesi nasıl çözümlendi?

O. ÖYMEN- İstanbul’daki Rum Patrikhanesi yüzyıllardan beri Osmanlı devleti için sorun oluşturmuştu. Özellikle Yunan isyanı sırasında ayaklanmacılara destek vermişti. Anadolu’nun işgali sırasında da Yunanlılarla işbirliği yapmıştı. Onun için Türkiye Lozan’da Patrikhane’nin yurt dışına çıkartılması için yoğun çaba sarf etti. Diğer müttefikler açısından ise konunun dini boyutu önem taşıyordu. Sonunda Lord Curzon’un Türkiye’nin şikayetlerini haklı bulduklarını söylemesinden ve bundan sonra Patrikhanenin hiç bir siyasi konuya karışmayıp sadece İstanbul’daki Rumların dini ihtiyaçlarıyla ilgileneceği konusunda taahhütte bulunması üzerine bu koşullar çerçevesinde görüş birliği sağlandı.  

A. ERDOĞDU- Lozan’da Ermenilerin girişimleri nelerdi? 

O. ÖYMEN- Lozan’da, Osmanlı eski Dışişleri Bakanlarından Noradukyan Efendi, yanında bir militanların görüşlerini savunan bir Ermeni olduğu halde İsmet Paşa’yı ziyaret etti ve tehditkar sözlerle bir Ermeni yurdunun kurulması talep etti. İsmet Paşa bu  taleplere sert tepki gösterdi ve kendilerine şunları söyledi: “İstekleriniz uygulanması mümkün olamayan şeylerdir. Memleketimizin bir yerini ayırıp size suni bir vatan ve devlet olarak vermeyi öneriyorsunuz. Biz bunu düşünemeyiz. Kabul edemeyiz, yapamayız... Bakınız, sonuna kadar uğraşacaksınız, fakat aramızdaki her türlü itimat kalkacak. Aramızdaki itimat ve samimi hava bozulduktan sonra siz tekrar geleceksiniz. Artık görüşme imkanımız olmayacak. Unutmayın, ben sizinle görüşmeyeceğim” dediBir süre sonra Ermeni tezlerini savunan İsviçreli bir Profesör, İsmet Paşa’yı ziyaret ederek aynı talepleri dile getirdi. İsmet Paşa ona da şu cevabı verdi: “Profesör Efendi. Haksız bir şey istiyorsunuz. Sizin istediğiniz Türkiye’nin insanları arasında ahengin kurulması değil, bozulmasıdır. Fena bir yoldasınız. Başarılı olamazsınız. Bana memleketin bölünmesini teklif ediyorsunuz. Biz memleketimizi parçalanmaktan kurtarmak için bütün Cihan Savaşı boyunca uğraştıktan sonra dört yıl daha uğraşmışızdır. Sizin cemiyetinizin yapacağı mücadele bizim yendiğimiz devletler ve güçlükler yanında çok önemsiz kalır. Çok az gelirsiniz.”  Yeni Türkiye’nin haksız talepler karşısındaki duruşu işte böyle kararlı bir duruştu.   

Atatürk Lozan’daki gelişmeleri günü gününe izliyor ve bu baskılara karşı Türkiye’nin tepkisini iç ve dış basına ve kamuoyuna bildiriyordu.   

Bilal Şimşir’in Lozan Günlüğü kitabında Atatürk’ün 16 Ocak’ta yaptığı bir konuşmada şunları söylediğini yazıyor: “Lozan Konferansı devam ediyor. İnşallah arzu ettiğimiz sonuca ulaşacağız. Gerçi düşmanlarımız çok çetindir. Memleketimizi bir sömürge haline getirmeye uğraşıyorlar. Fakat bu defaki delege heyetimiz her zaman karşılarına çıkanlar gibi değildir... Bu hususta hayatımıza kastetmekte inat edecek olurlarsa ordularımız hukukumuzu korumaya daima hazırdır.”   

Lozan’da ele alınan konular arasında kapitülasyonlar önemli bir yer tutuyordu.

A. ERDOĞDU- Lozan Konferansının 1923 yılının Şubat ayında kesilmesinin ana sebebi nelerdir?

O. ÖYMEN-  Öncelikle, Müttefik ülkelerin kapitülasyonlar konusunda ısrarcı olmalarıdır.  

İsmet Paşa’nın başta Lord Curzon olmak üzere yabancı delegelerle yaptığı özel ikili görüşmelerde söylenenler Konferansın havasını ve tarafların tutumlarını göstermesi açısından ilgi çekici oluyordu. Kanuni Sultan Süleyman’ın zamanında iyi niyetle Fransızlara verdiği kapitülasyonlar sonunda, birçok devlete tanınan ve Osmanlı devletinin elini kolunu bağlayarak bağımsız bir devlet olma özelliğini fiilen kaldıran tavizler halini almıştı.   

İsmet Paşa, ikinci komisyonun 2 Aralık 1922 tarihli toplantısında kapitülasyonlar hakkındaki Türkiye’nin görüşlerini zabıtlara geçirirken şunları söyledi: 

Türk hükümeti, kapitülasyonların özünü olduğu gibi tutup da yalnız bunların adını ve biçimini ortadan kaldırmaya yönelebilecek görüşleri hiçbir şekilde kabul edemez. Osmanlı İmparatorluğu’nun en şanlı ve en güçlü olduğu sırada, Kanuni Sultan Süleyman Frenk topluluğuna ayrıcalıklar vermişse, bunun nedeni, o vakit devlet egemenliğinin günümüzde olduğu gibi kesin ve tekelci bir nitelikte olmamasındandı. Padişahın o sırada bu ayrıcalıkları vermekle İmparatorluğun egemenliğini kısıtlamak ve azaltmak istemiş olabileceğini hiç kimse söyleyemez.”   

İsmet Paşa çeşitli vesilelerle yaptığı konuşmalarda bu görüşleri dile getirdikten sonra “Öteki Avrupa devletlerinin hiçbirinde, hatta Yunanistan ve öteki Balkan ülkelerinde bile böyle bir kapitülasyon rejimi yoktur” dedi.  

A. ERDOĞDU- Türkiye’nin Egemenliği konusunda neler konuşuldu?

O. ÖYMEN- Konferansta ve iki görüşmelerde İsmet Paşa her vesileyle Türkiye’nin egemenliğine ve bağımsızlığına verdiği önemden söz ediyor ve bu temel ilklerden hiçbir şekilde vaz geçmeyeceğini vurguluyordu. Lord Curzon bu sözü duymaktan rahatsız olmuştu. Özel bir görüşmede şöyle dedi: “İsmet sen bana tıpkı laternayı hatırlatıyorsun. Bizi bıktırıp usandırıncaya kadar hep aynı havayı çalıyorsun. Milli egemenlik, milli egemenlik, milli egemenlik. Bu sözü duymaktan hepimize gına geldi.” 

İnönü, Curzon’un bu yakınmalarına 6 Ocak 1923 tarihindeki resmi toplantıda şöyle cevap vererek görüşlerini zabıtlara geçirdi: Seha Meray’ın “Lozan Zabıtları” kitabında belirttiğine göre İsmet Paşa resmi bir toplantıda bu sözlere şöyle cevap verdi:  “Türk egemenliğinden çok söz etmiş olmamamızdan yakınılmıştır. Burada bağımsızlığının bilincine varmış ve adaletli bir barışa ulaşmak isteyen bir ulusu temsil etmekteyiz; biz Konferansa eşitlik içinde işlem göreceğimiz güvencesiyle geldik; egemenliğimizden sık sık söz etmek durumunda kalmışsak, bize egemenliğimizi çiğneyecek nitelikte yapılmış tekliflerle, buna zorlanmış olmamızdandır; egemen başka hiçbir devlet, Yunanistan bile, bu nitelikte tekliflerle karşılaşmamıştır. Türk halkının her şeyden önce, bağımsız başka herhangi bir ulus gibi işlem görmeye hakkı vardır.” 

Osmanlı Borçları da müzakerelerde önemli bir yer tutuyordu. İsmet Paşa Osmanlı İmparatorluğu’ndan  ayrılmış olan devletlerin de kendi paylarına düşen borçları üstlenmelerini istedi. Ayrıca Yunanistan’ın Türkiye’deki yakıp yıkmalarını da tazmin etmeleri konusunun gündeme alınmasını istedi. İtilaf devletleri  ise İngiltere, Fransa ve İtalya’nın Türkiye’deki işgalleri dönemindeki giderlerinin Türkiye tarafından ödenmesini istiyorlardı. İsmet Paşa bu taleplere karşılık İtilaf devletlerinin yaklaşımının Mondros mütarekesine dayandığını, oysa Türkiye’nin Lozan’a Mudanya Mütarekesinden geldiğini söyledi.  

Mali konularda çözülmesi gereken başka sorunlar da vardı. Örneğin Osmanlı Devleti’nin Berlin ve Viyana’da yatırmış olduğu 5 milyon altın lira vardı. İtilaf devletleri bu parayı geri vermeye yanaşmıyorlardı. İngiliz tersanelerine ısmarlanmış ve bedeli ödenmiş Sultan Osman ve Reşadiye gemilerinin parasının geri ödenmesinden de kimse söz etmiyordu.  

A. ERDOĞDU- Lozan’a damgasını vuran konuşmalardan da bahsedelim. 

O. ÖYMEN- Konferansın kesilmeye doğru gittiğinin anlaşıldığı günlerde, 15 Ocak 1923 gecesi Lord Curzon ile İsmet Paşa arasındaki görüşmeler İngilizlerin Türkiye’ye karşı uzun vadeli düşünceleri hakkında fikir veriyordu. İsmet Paşa’nın anılarında o konuşma hakkında anlattıkları şunlar:  İsmet Paşa anılarında, bir gece Lord Curzon ile yaptığı bir konuşmayı anlatıyor. Curzon’un yanında Amerikan delegesi Chaild’da var. Bu görüşmenin 15 Ocak 1923 gecesi olduğu anlaşılıyor.

Lord Curzon bana dedi ki; Konferansta bir neticeye varacağız. Ama memnun ayrılmayacağız. Hiçbir işte bizi memnun etmiyorsunuz. Hiçbir dediğimizi makul olduğuna, haklı olduğuna bakmaksızın kabul etmiyorsunuz. Hepsini reddediyorsunuz. En nihayet şu kanaate vardık ki, ne reddetseniz hepsini cebimize atıyoruz. Memleketiniz haraptır. İmar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nereden bulacaksınız? Para bugün dünyada bir bende var bir de yanımdakinde. Unutmayın, ne reddederseniz hepsi cebimdedir. Nereden para bulacaksınız? Fransızlardan mı?”   Ben, “Evet” dedim. Curzon sözlerine devam etti: “Para kimsede yok. Ancak biz verebiliriz. Memnun olmazsak kimden alacaksınız? Harap bir memleketi nasıl kurtaracaksınız? İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettiklerinizi cebimizden birer birer çıkartıp size göstereceğiz.”  

 Lord Curzon’un sözleri bittiği zaman, kendisine dedim ki: “Şimdi meseleleri halledelim, para istemek için gelirsem o zaman gösterirsiniz.”  

“Hakikat şudur ki, İkinci Cihan Harbi kapının önünde görününceye kadar mali bakımdan bize kolaylık gösterilmemiştir. Ve Türkiye kendisini kendi alın teri ile tamir ederek İkinci Cihan Harbini idrak etmiştir.”  

Lord Curzon’un bu sözleri İngilizlerin ve İtilaf devletlerinin Türkiye’ye karşı, ileride verecekleri kredileri nasıl siyasi koşullara bağlayabileceklerinin işareti olmuştur. Nitekim İsmet Paşa yıllar sonra yaptığı bir konuşmada, Curzon’un bu sözlerini hiç unutmadığını ve Cumhuriyet kurulduktan sonra devleti idare ederken borç almamaya, devleti kendi kaynaklarımızla kalkındırmaya büyük özen gösterdiğini söylemiştir. 

A. ERDOĞDU- Konferansta Musul meselesi nasıl görüşüldü?

O. ÖYMEN- Konferansın gündemindeki önemli konulardan biri Musul meselesiydi. İsmet Paşa 26 Ekim tarihli toplantıda Musul konusunda Türkiye’nin taleplerini kuvvetli ifadelerle dile getirdi. Tezlerimizi destekleyen nüfus ve diğer konulardaki belgelerimizi ortaya koydu. Curzon’un cevabı niyetlerini ortaya koyuyordu. İsmet Paşa’ya, “Siz, Yunanlıları yendiniz ama İtilaf devletlerini yenemediniz.” Yani Musul’da söz konusu olanın İtilaf devletlerinin, daha doğrusu İngiltere’nin menfaatleri olduğunu vurgulamak istiyordu. Curzon, Musul konusunda sonuna kadar gitmeye karalıydı. Hatta bir aşamada Türkiye’yi Milletler Cemiyeti’ne şikayet ederek orada karar alınmasını istedi. Lozan’da Musul meselesiyle ilgili bir antlaşmaya varılamayacağı anlaşılıyordu. 

A.ERDOĞDU- Konferansın kesintiye uğraması nasıl oldu?

O. ÖYMEN- 30 Ocak 1923’de itilaf devletleri 150 sayfalık bir antlaşma tasarısını Türk tarafına ulaştırdı. Bu tasarı “ya kabul et veya reddet” anlamına gelen bir ultimatom niteliğindeydi. İsmet Paşa Lord Curzon’a bir muhtıra vererek İtilaf devletlerinin tasarısında yer alan ve Türk tarafının kabul edemeyeceği noktaları belirtti. Yaptıkları son görüşmede İsmet Paşa Lord Curzon’a Milli egemenliğimize aykırı hiçbir kaydı kabul edemeyeceğini söyledi.   

Lord Curzon 4 Şubat günü Lozan’dan ayrılmaya karar vermişti ve bu kararını değiştirmeye niyeti yoktu. Böylece herkesi zaman baskısı altında tutarak antlaşmayı imzalamaya zorlamak istiyordu.  Lord Curzon “Tren vaktim geldi, bunları imzalayın da gidelim” dedi. Türk heyetini baskı altına alarak antlaşmayı ‘oldu, bitti’ ye getirmek istedikleri anlaşılıyordu. 

İsmet İnönü’den Lord Curzon’a Unutamayacağı Eleştiri  

İsmet Paşa soğukkanlılıkla “Biz bunları kabul etmeyeceğiz. Biz söyleyeceğimizi söyledik. Bu şekilde kofransın kesilmesinin sorumluluğunu da üstlenmiş bulunuyorsunuz” dedi. İsmet Paşa sözlerini şöyle sürdürdü: “Şimdi döneceksiniz. İngiltere’ye gittiğiniz zaman size sulhu soracaklar. Niçin gittiniz, niçin sulh yapmadan geldiniz diyecekler. Ne cevap vereceksiniz? İngiltere için hayati olan meseleleri temin etmiş olmanız lazımdır. Türkiye için hayati olan meseleleri reddettiniz, bunu kabul edemezdik. Sulhu soranlara ne cevap vereceksiniz?”  

Lord Curzon İsmet Paşa’ya “Siz memleketinize gittiğiniz zaman ne cevap vereceksiniz?” diye sordu. İsmet Paşa şöyle cevap verdi: 

Benim vaziyetim kolay. Ben memleketime gittiğim zaman bana da sulh niçin olmadı diye soracaklar. Bir cümle ile cevap vereceğim; Lord Curzon sulh istemediği için konferans kesilmiştir, diyeceğim.” Lord Curzon bu sözlere büyük tepki gösterdi, protesto ettiğini söyledi. İsmet Paşa devam etti: “Memleketime gittiğim zaman söyleyeceğim. Bütün dünyaya ilan edeceğim. Lord Curzon sulh istemiyordu, müzakereleri kısır bir sonuca vardırmak için elinden geleni yaptı. Konferans kesildi, yeniden harp başlayacak, diyeceğim. Sırf sulh yapmamak için nerede bir bahane bulduysan, onların hepsinin üzerinde ısrar ederek konferansı akamete uğrattın. Benim kanaatim budur” dedi.  

Ali Naci Karacan’ın Lozan ve İsmet Paşa kitabında yazdığına göre Lord Curzon, otelinden ayrılıp tren istasyonuna gitmişti. İsmet Paşa’nın  saat 16.00’da asansörle aşağı indiği görüldü. Paşa gazetecileri güler yüzle selamladı. Etrafını saran gazeteciler sordu: 

“Ne olacak paşam?”  

“Ne olacak? Hiç... Esir olmayı kabul etmedik 

İşin özü şuydu: Türklere baskı yaparak sonuç alabileceklerini düşünenler yanılmışlardı. 

A.ERDOĞDU- İsmet Paşa’nın Lozan’dan Ankara’ya dönüşünde yaşananlar nelerdir?

O. ÖYMEN- Ankara’ya dönünce İsmet Paşa Hükümete ve Meclise Lozan’daki gelişmeler hakkında bilgi verdi. Mecliste uzun tartışmalar oldu. 27 Şubatta başlayan görüşmeler 6 Mart’a kadar sürdü. O gün bir konuşma yapan Atatürk şunları söyledi: 

 “...Yeteri kadar eleştiri yapılmıştır. İtilaf devletlerinin Heyetimize verdiği barış projesini kabul etmek mümkün değildir. Çünkü doğrudan doğruya bağımsızlığımızı ihlal eden şartları içermektedir. Ben şahsen vicdanıma, fikri kanaatime ve araştırmalarıma dayanarak yüksek heyetinize derim ki, delege heyetimiz kendisine verilen vazifeyi tamamen ve pek mükemmel bir surette yerine getirmiştir... Ve başarılı olmuştur. Eğer meseleyi iyi neticelendirmek istiyorsak delege heyetimize yüksek heyetiniz tarafından manen kuvvet verilerek çalışmaya devam ettirmek gerekir. Yani barış antlaşmasını bir an önce yapalım, olmayacaksa aldanmayalım. Askeri tedbirlerimizde geri kalmayalım.” Meclis Atatürk’ün bu yaklaşımını benimsedi. 

Meclisin kararından iki gün sonra İsmet Paşa İtilaf devletlerinin İstanbul’daki temsilcilerine Türkiye’nin 100 sayfalık karşı teklifini gönderdi ve bu çerçevede Türkiye’nin bir Avrupa kentinde veya İstanbul’da yapılacak konferansa katılmaya hazır olduğunu bildirdi. İtilaf devletleri Türk delegasyonunu 23 Nisan’da  Lozan’da konferansa bekliyordu. Ancak bu defa İsmet Paşa’nın karşısında Lord Curzon yer almayacaktı.  

A. ERDOĞDU- Lozan’ın 2. Dönem görüşmeleri nasıl geçti?

O. ÖYMEN- Lozan Konferansının bu ikinci döneminde gündemdeki konuların çözümü için hızlı ve sonuç verici bir yaklaşımın benimsendiği belirtildi. Konferansın bu bölümünde Türkiye’nin Batı sınırının Meriç nehrinin neresinden geçeceği konusu uzun müzakerelere yol açtı. İsmet Paşa’nın ustaca manevraları ve dile getirdiği sağlam gerekçelere daha fazla direnemeyen İtilaf devletleri sonunda Türkiye’nin savunduğu Talweg hattını, yanı nehrin ortasından geçen çizgiyi sınır olarak kabul etmek zorunda kaldılar. 

Yunanistan’ın Türkiye’de yol açtığı tahribatın bedelinin ödenmesi konusu da uzun tartışmalara yol açtı. Sonunda Yunanistan’ın Türkiye’ye tazminat veya tamirat parası ödemeye olanak verecek kaynakları olmadığı anlaşıldı. Türkiye’nin de bu işin peşini bırakmayacağı görüldü. Neticede Yunanistan’ın tamirat ödemeyi kabul ettiği, ancak bunu parayla değil, Edirne’nin Karaağaç ilçesinin Türklere bırakılarak ödenmesi konusunda görüş birliği sağlandı. Bu konuda Türkiye’de Başbakanlıkla İsmet Paşa arasında görüş farklılıkları çıktı. Sonunda Atatürk’ün İsmet Paşa’nın yaklaşımını benimsemesi üzerine bu sorun da çözüldü.  

Kapitülasyonlar konusunda da Türkiye’nin kararlı tutumu sonuç verdi. İsmet Paşa’nın geri adım atmayacağını gören İtilaf devletleri sonunda kapitülasyonları koşulsuz olarak kaldırmayı kabul ettiler.  Mali konularda da Türk heyetine büyük baskılarda bulunmaya çalıştılar. Sonunda Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan devletlerin Osmanlı Borçlarının ödenmesine katılmaları kabul edildi. Meselelerin ilkeleri üzerine anlaşıldıktan sonra Osmanlı Devlet Borcuyla ilgili görüşmeler Lozan Konferansı bittikten sonra da sürdürüldü. 1925 yılında başlayan görüşmeler 13 Haziran’da Paris’te Büyükelçi Fethi Bey ile alacaklıların temsilcileri arasında imzalanan bir anlaşmayla sonuçlandı. Daha sonra çıkan dünya ekonomik buhranı sırasında Hover moratoryumu çerçevesinde borç ödemeleri durduruldu 22 Nisan 1933 tarihinde Paris’te yeni bir sözleşme yapıldı. Türkiye 25 Mayıs 1954  tarihinde son taksiti ödeyerek Osmanlı borçları konusunu sonuca bağladı.  16 Temmuz’da yapılan toplantı 12 saat sürdü ve bütün pürüzler halledildi.   Komitelerin son toplantısı 17 Temmuz 1923’te yapıldı. Son haftalarda en büyük güçlükleri çıkartan Fransa’nın Baş Delegesi General Pellé kapanış konuşmasında “İsmet Paşa mükemmel bir asker olduğu kadar mükemmel bir diplomattır” dedi. İtalyan Baş delegesi de “Lozan Konferansında Türk Heyeti Temsilcisinin üstünlüğü katiydi. İsmet Paşa her açıdan konferansa hakimdi. Büyük askeri başarısından sonra Türk tarihinde örneği olmayan bir siyasi zafer kazandı. Ben şahsen onun bu konferansta oynadığı büyük siyasi role hayranım” dedi.  

A. ERDOĞDU- Lozan Antlaşmasının ülkemizdeki yankıları

O. ÖYMEN- Konferans Türkiye’nin zaferiyle sonuçlandıktan sonra Ankara’dan imza yetkisini bir türlü gelmemesi İsmet Paşa’yı üzdü. Sonunda 19 Temmuz tarihinde Atatürk’ün imzasıyla gelen telgraf şu sözleri içeriyordu: “Hiç kimsede tereddüt yoktur. Kazandığınız başarıyı en samimi duygularımızla tebrik için usulen (antlaşmanın) imzalandığını bildirmenizi bekliyoruz kardeşim.” Antlaşma 24 Temmuz 1923 tarihinde Ouchi Şatosunda görkemli bir törenle imzalandı.   

Atatürk’ün Nutuk’ta yer alan Lozan’la ilgili değerlendirmesi gelecek kuşaklar için de bir ders ve uyarı niteliğindeydi: Bu antlaşma, Türk milletine karşı, yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastın sonuçsuz kaldığını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasi zafer eseridir!  

İsmet İnönü, anılarında, altında imzası olan antlaşma hakkında şunları söylüyordu: “Mudanya Mütarekesinden sonra Lozan Konferansı, milletimizin Avrupa ortasında davet olunduğu büyük bir imtihandır. Türkiye, medeni alem ortasında, davasını açık ve kesin olarak izah ve müdafaa edecek medeni ve siyasi bir seviyede midir? Acaba ortadaki manzara Anadolu dağlarında şu veya bu tesadüfün veya Türkiye’ye hasım devletler tarafından işlenen şu veya bu hatanın tesadüfi neticesi midir? Yoksa bir milletin belli bir hedefe doğru giriştiği şuurlu bir mücadele midir? Lozan imtihanında işte bu suallerin cevabı verilmiştir.  

A. ERDOĞDU- Dünya Lozan’ı nasıl değerlendirmişti?  

O. ÖYMEN- Churchill, “Dünya Bunalımı” isimli kitabında da Lozan’la ilgili şunları yazıyor: “Lozan Antlaşması Sevr Antlaşmasının kesinlikle karşıtı oldu. Daha önce Türkiye’ye barışı dikte etmekle kalmayıp Türk devletini ölüme mahkum etmeye de hazır olan büyük devletler, şimdi eşit koşullardaki görüşmelerde bulunmak zorunda kaldılar. Türkler İstanbul’u yeniden ele geçirdiler ve Doğu Trakya’nın önemli bir bölümünü geri aldılar. Yabancı devletlerin her türlü yönetim ve denetimi yok edildi. Kapitülasyonlar kaldırıldı.  

Lozan’ı, Amerika Birleşik Devletleri’nin görevlendirdiği gözlemci olarak çok yakından izlemiş olan Büyükelçi John Grew İsviçre’deki Amerikan diplomatlarına yaptığı konuşmada Lozan Antlaşmasını özetle şöyle değerlendiriyordu: “İsmet Paşa Lozan’da büyük bir diplomatik zafer kazanmıştır. Bütün İtilaf devletleri diplomatların sırtını yere getirmiştir. Bu olayı inkar etmenin yararı yoktur. Belki bu, tarihte kazanılmış en büyük zaferdir ve daha başlangıçta İsmet Paşa’nın bütün kozları elinde bulundurmasıyla sağlanmıştır. Daha işe başlarken elinde dört as vardı ve bunlar antlaşmayı sağlayan yararlı temeller oldu. Birincisi arkasında zaferden yeni çıkmış bir ordu bulunuyordu. İkincisi ordu çok iyi bir durumda ve her an savaşa girmeye hazır halde idi. Üçüncüsü, büyük devletlerden hiçbirisi savaşa girmek istemiyordu. Dördüncüsü İtilaf devletleri sıkı ve birleşik cephe kuramıyorlardı. Her devlet yanındakinden kuşkulanıyordu.”  

Dışişleri Bakanı Çiçerin “Lozan Konferansı ve Dünyanın Durumu” başlıklı makalesinde “12 yıl süren savaşlardan sonra zayıf düşmüş kabul edilen Türkler dünya güçlerini dize getirdi” diyordu.   

Ünlü tarihçi Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu isimli kitabında Lozan’dan şöyle söz ediyor: “Aylarca diplomatik çekişmeler oldu. Onun Türkiye için en büyük önemi bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin içine aldığı bütün topraklarda Türk egemenliğinin tam olarak kurulmasıdır. Aynı zamanda uzun yıllar boyunca bir aşağılama ve boyunduruk sembolü olarak öfke kaynağı olan kapitülasyonlar kaldırıldı. Böylece Türkiye, Birinci Dünya Savaşının yenilmiş devletleri arasında kendi yıkıntısı içinden yeniden ayağa kalkmayı başaran tek ülke oldu. Galip güçlerin kendisine dayattığı barış şartlarını reddetmiş ve kendi şartlarını kabul ettirmişti. Lozan Antlaşması, özünde Türk Milli Misakınca öngörülen isteklerin uluslararası ölçekte tanınması anlamına gelmektedir.”  

Ünlü tarihçi Arnold Toynbee, 1926 yılında K.P. Kirkwood ile birlikte yazdığı Türkiye-Bir Devletin Yeniden Doğuşu başlıklı kitabında Lozan Antlaşması hakkında şöyle diyordu: “Türk Delegasyonu Misak-ı Milliyle belirlenmiş olan toprak konuları, kapitülasyonlar, borçlar ve diğer milli çıkarlar konularında bir adım bile geri atmamıştır. Hemen her konudaki milliyetçi istekleri Lozan’da İtilaf devletleri tarafından kabul edilmiştir. Dünya tarihinde bir eşi olmayan bir olayla karşılaşılmış, yenilmiş, parçalanmış bir ulusun, bu harabe içinden ayağa kalkması ve dünyanın en iyi ulusları ile eşit şartlar içinde karşı karşıya gelmesi ve bu büyük savaşın galiplerini dize getirerek istediklerini kabul ettirmesi şaşılacak bir şeydir. Neticede Lozan’da, Türkiye büyük bir zafer kazanmıştır, yeni bir devletin ötesinde bir millet oluşturmuştur.” Toynbee İsmet Paşa ile ilgili olarak da şunları yazıyordu: “Bu düelloda kazanılan başarının en büyük onur payı, kulağı ağır işiten fakat her şeyi son derece iyi hesaplayan inatçı devlet adamı ve asker İsmet Paşa’ya ait bulunmaktadır. Ayrıca, Türk Baş Delegesinin gerilemek bilmez karakteri, arkasında bulunan bir Cumhurbaşkanının, bir parlamentonun ve Anadolu halkının azmi ile de desteklenmiştir. Lozan Konferansında İsmet Paşa değil, Türkiye konuşuyordu.”  

A. ERDOĞDU- ABD ile Türkiye arasında imzalanan “Dostluk ve Ticaret Antlaşması”, ABD Senatosunda nasıl karşılandı

O. ÖYMEN- Lozan Antlaşmasından hemen sonra Lozan’da Türkiye ile Amerika arasında İsmet Paşa ile ABD Temsilcisi Grew arasında yapılan müzakereler sonucunda Türkiye’nin görüşlerinin büyük ölçüde benimsendiği bir antlaşma imzalandı. Ancak bu antlaşma ABD Kongresinde Ermeni lobisinin engellemesi sonucunda 6 oy farkla reddedildi. Bu nedenle Türkiye ile ABD arasında Birinci Dünya Savaşında kesilen diplomatik ilişkilerin yeniden başlaması  1927 yılına kadar mümkün olamadı. 

A. ERDOĞDU- Lozan Antlaşması sonrasında gelişen olaylar nelerdir?

O. ÖYMEN- Lozan Antlaşmasının imzalanmasından üç ay sonra Türkiye Cumhuriyeti ilan edildi. Türkiye oldukça kısa bir süre içinde demokratik, laik ve çağdaş bir devlet olarak dünya ülkeleri arasında hak ettiği yeri aldı.  Musul Meselesi, Lozan Konferansının kapsamı dışında bırakıldı. Bu konunun Türkiye ile İngiltere arasında görüşülerek çözümlenmesi kararlaştırıldı. Bu görüşmelerden sonuç çıkmayınca Milletler Cemiyetine gidildi. O aşamada Güney Doğu Anadolu’da yabancıların kışkırtmasıyla  Nasturi isyanı ve Şeyh Sait ayaklanması çıktı. Bu isyanlar Türk silahlı kuvvetleri tarafından kısa sürede bastırıldı. Musul meselesi hakkında Milletler Cemiyeti ile Uluslararası Adalet Divanında İngiltere’nin beklentileri doğrultusunda karar alındı. 5 Haziran 1926 yılında Türkiye ile İngiltere arasında imzalanan Ankara antlaşmasıyla Musul meselesi çözüldü Bugün sınır Kabul edildi. Musul petrol gelirlerinin %10’u 25 yıl süreyle Türkiye’ye tahsis edildi.  İkinci Dünya Savaşının yaklaştığı yıllarda uluslararası alanda olumsuz gelişmeler oldu. Milletler Cemiyeti uluslararası alandaki önemini ve etkinliğini kaybetti. Lozan Antlaşmasının Boğazlar Sözleşmesinin günün koşullarına uydurulması için Türkiye’nin girişimiyle Lozan’ı imzalayan ülkeler arasında Montrö’de toplanan Konferansta Türkiye’nin güvenlik çıkarlarına daha uygun bir sözleşme imzalandı ve bu sözleşme Lozan’ın Boğazlar Sözleşmesinin yerini aldı. O sırada imzalayıcı ülkeler arasında yer almayan   İtalya  daha sonra sözleşmeyi imzaladı. Montrö sözleşmesinde Lozan’dan farklı olarak Boğazlar ve Marmara çevresindeki askersizleştirilmiş alanlar kaldırıldı. Türkiye o alanlarda askerlerini konuşlandırma hakkına sahip oldu. Boğazlar Komisyonu kaldırıldı. Onun yetkilerini Türkiye üstlendi.

Lozan’da olmayan “Yakın bir savaş tehlikesi” kavramı kabul edildi. Türkiye’nin önerisiyle kabul edilen bu değişiklikler ülkemizin güvenlik ve siyasal çıkarlarına daha çok hizmet edecek bir durum yarattı.    Atatürk’ün yıllarca süren çabalar sonucunda Fransa’yı ikna etmesi üzerine  1938lu yılların sonuna doğru Hatay’ın bağımsızlığına kavuşma sağlandı. Atatürk’ün ölümünden kısa bir süre sonra da Hatay anavatana katıldı.  Yıllarca Atatürk’ün en yakın çalışma arkadaşı olan ve onun ölümünden sonra Cumhurbaşkanlığına seçilen İsmet İnönü, Atatürk’ün çizgisini ve politikalarını sürdürdü. Türkiye’yi 63 milyon insanın hayatına mal olan İkinci Dünya Savaşı’nın dışında tutmayı başardı. 1946 yılında çok partili rejimi benimseyerek Türkiye’nin çağdaş demokrasiler arasında yer almasını sağladı ve 1950 yılında demokratik seçimler yoluyla iktidarı seçimi kazanan partiye devrederek dünyaya örnek oldu. 

Sayın Öymen, 200 yıllık bir dönemi ve Lozan’ın önemini çok geniş bir bakış açısıyla bizlere değerlendirdiğiniz için gazetem ve şahsım adına teşekkür eder, çalışmalarınızda esenlikler dilerim.

Sayın Erdoğdu, bana bu imkânı veren Yeni Adana gazetesine yayın hayatında başarılar diler, tüm okurlarınıza en içten selamlarımı iletirim.

                                       

YAZARLAR

  • Çarşamba 35.2 ° / 19.1 ° Güneşli
  • Perşembe 35.8 ° / 20.3 ° false
  • Cuma 30.8 ° / 18.5 ° false
  • BIST 100

    9670,53%0,26
  • DOLAR

    32,52% -0,08
  • EURO

    34,78% -0,23
  • GRAM ALTIN

    2421,67% -0,33
  • Ç. ALTIN

    3982,08% -0,92