Ahmet ERDOĞDU


TÜRK’ÜN CUMHURİYET MUCİZESİ

99.YILDAN 100.YILA GİDERKEN RÖPORTAJLAR-YAZILAR (16)


Değerli okurlar, Cumhuriyetin ilanından bugüne 99 yıl geçti. Biz de Yeni Adana gazetesi olarak, bu süre içerisinde Cumhuriyetin ülkemize ve ülkemiz insanına ne gibi yararlar sağladığının anlaşılması açısından, Osmanlı İmparatorluğundan Cumhuriyete, Cumhuriyetten bugüne gelen süreci inceliyoruz. Bu uzun yazı dizisinde bugün emekli Amiral Sayın, Türker Ertürk’ün denizcilik hakkındaki yazısını sizlerle paylaşıyoruz.

CUMHURİYET, TÜRK DONANMASI VE TÜRK DENİZCİLİĞİ

Sayın Ahmet Erdoğdu telefonla arayarak, Yeni Adana Gazetesinde yayınlanmak üzere Cumhuriyet’in 100. Yılı için Cumhuriyetin Deniz Kuvvetlerimize ve Denizciliğimize Katkıları” konulu bir yazı yazıp yazamayacağımı sordu. Severek kabul ettim. Çünkü Yeni Adana Gazetesi sıradan bir gazete değil. Fransız işgaline ve emperyalizme başkaldıran ve Milli Mücadelenin içinden gelen bir ruhu temsil ediyor. 

Cumhuriyetin ve onun kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk Deniz Kuvvetleri’ne ve Türk Denizciliğine katkısı çok büyüktü. Hatta katkıdan da öteye her şeyi ile yok edilmiş Türk Donanması Atatürk ve Cumhuriyet ile deyim yerindeyse yeniden yaratıldı. 

Amcası Abdülaziz’in 1876’da tahttan indirilmesine ve şüpheli ölümüne, V. Murat’ın tahta geçtikten üç ay sonra ruhsal çöküntü geçirdiği iddiasıyla görevden alınmasına ve Çırağan Sarayı’na kapatılmasına tanıklık eden Osmanlı’nın 34. padişahı Abdülhamid; amcası tarafından büyük yatırım yapılan ve tonaj bakımından dünya ikincisi durumuna getirilen Osmanlı Donanmasını 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşından sonra, Donanmanın ana üssü olan Haliç’e gönderdi ve yaklaşık 20 yıl buradan çıkmasına izin vermedi. Çünkü 33 yıllık iktidarı sırasında Kızıl Sultan olarak adlandırılmasına neden olan uygulamaları ile ün salan II. Abdülhamid vesveseliydi, ruhsal sağlık durumu iyi değildi, darbe ve ölüm korkusu içindeydi, amcasının başına gelenlerde denizcilerin vefalı davranmadığını ve onu korumadığını düşünüyordu ve Donanmaya karşı kindardı.

Donanmamız Haliç’te Çürütüldü

Tam tamına 20 yıl gemilerimiz Haliç’te çürümeye bırakıldı ve bakımları yapılmadı. Hatta denizcilere eğitim, tatbikat ve atış bile yaptırılmadı. Sonuç olarak Osmanlı Donanması; bu sürede yalnız materyal olarak değil, nitelikli insan gücü olarak da bitirildi. Osmanlı Donanması, yıkıcı ve tahrip edici bu süreçten sonra ilk defa 1897 yılında, Osmanlı-Yunan savaşı için Haliç’ten çıkartıldı. Değil savaşmak, çürümüş gemiler ve eğitimsiz personelle düşmanın karşısına kadar bile gidilemedi.

Donanmamızın olmaması nedeni ile İtalyanlar, Trablusgarp Savaşı sırasında 24 Nisan 1912’den itibaren ellerini kollarını sallayarak, hiçbir dirençle karşılaşmadan On İki Adaları işgale başladılar. Adaların ağırlıklı nüfusu olan Rumlar, işgali sevinçle karşıladılar. İngilizlerin kışkırtmasıyla, 8 Ekim 1912’de Balkanlar’dan saldırıya geçen Karadağ, Sırbistan, Yunanistan ve Bulgaristan ile başlayan Balkan Savaşı ile Osmanlı iki ateş arasında kaldı ve 18 Ekim’de On İki Adaları da İtalyanlara bırakarak, Uşi Barış Antlaşması’nı yaptı. Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) sonunda, On İki Adalar tamamen İtalyanlara verildi. İkinci Dünya Savaşı (1939-1945) sonrasında 1947 Paris Antlaşması ile de On İki Adalar ve Meis bu sefer Yunanistan’a bırakıldı.

On İki Adalar Ne Zaman Verildi?

On İki Adalar ve Meis; 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması ile değil, 18 Ekim 1912 tarihli Uşi Antlaşması ile İtalyanlara verilmiş, 10 Ağustos 1920 Sevr Antlaşması ile İtalyanlara verildiği Osmanlı tarafından teyit edilmiş, 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması ile On İki Adalar üzerindeki fiili durum Ankara tarafından kabul edilmek zorunda kalınmış ve İkinci Dünya Savaşı sonunda, Türkiye’nin taraf olmadığı 1947 tarihli Paris Antlaşması ile adalar, Türkiye’nin güvenliği için askersizleştirilmiş statüde Yunanistan’a verilmiştir.

Balkan Savaşı sırasında da yine İngilizlerin kışkırtması ile Yunan Donanması ve ağırlıklı olarak Averof Zırhlısı tarafından -II. Abdülhamid tasarrufunda yok edilmiş Osmanlı Donanmasının yokluğundan istifadeyle- Ege’deki Gökçeada, Bozcaada, Tavşan adaları dâhil başta Boğaz Önü Adaları ve Saruhan Adaları olmak üzere tüm adalar ele geçirildi. Lozan’da ise Boğaz Önü Adaları’ndan Gökçeda, Bozcaada ve Tavşan adaları geri alındı ve Saruhan Adaları ile Boğaz Önü Adaları (Limni, Semadirek) ise Türkiye’nin güvenliği için askersizleştirildi.

Kıbrıs’ı Kim Verdi?

Osmanlı Donanması’nın yok edilmiş olmasının tek sonucu Ege Adaları’nı kaybedişimiz değildi. 1915’de Çanakkale’de binlerce vatan evladını şehit vermiş olmamızın da nedenidir II. Abdülhamid. Eğer Osmanlı’nın Donanması olsaydı, İtilaf Devletlerinin Donanmaları Güney Ege ve Orta Ege Geçitlerinde karşılansa, savaşılsa, en azından kayıp ve hasar verdirilebilseydi; bu kadar kolay Limni Adası’na gelip, Mondros Limanı’nı ileri üs yapıp, buradan ellerini kollarını sallayarak ve meydanı boş bularak Çanakkale Boğazı’na saldıramayacaklardı. Yani II. Abdülhamid’in elinde ama bilinçli, ama bilinçsiz Türk ve Müslüman kanı vardır!

II. Abdülhamid günümüzden 145 yıl önce, 4 Haziran 1878’de imzaladığı Kıbrıs Sözleşmesi ile de kendisini koruması karşılığında Kıbrıs’ı İngilizlere vermiş ve 12 Temmuz 1878’de Kıbrıs’taki her yerden ay-yıldızlı Osmanlı Bayrağı indirilerek, İngiliz Bayrağı başta Lefkoşa olmak üzere, adanın tüm kale burçlarına ve devlet binalarına çekilmiştir.

Atatürk Donanmanın Öneminin Farkındaydı!

Atatürk, daha en başından beri hatta Çanakkale Savaşı sırasında deniz kuvvetlerine sahip olmamanın ne anlama geldiğini yaşayarak görmüştü. Atatürk; “Biz Çanakkale’de İstanbul’u kurtardık. Ama karşımızda denizlere hâkim olmanın sağladığı üstünlükle, manevra kabiliyetini daima elinde bulunduran ve bundan geniş ölçüde faydalanan bir düşman vardı” demiştir. 

Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk Gözüm Sakarya'da, Dumlupınar'da, kulağım İnebolu'da” derken; denizlerden gelecek lojistik desteğin savaşı sürdürebilmek için yaşamsal derecede önemli olduğunu söylemek istiyordu. Kurtuluş Savaşı sırasında Sovyetler Birliği’nden silah ve cephane başta olmak üzere çeşitli lojistik destekler aldık. Karadeniz’in kuzey limanlarından güneye 300 bin ton silah ve malzeme taşındı. Türk Denizcileri ve Karadeniz insanı olmasaydı, Kurtuluş Savaşı kazanılamazdı. Bu önemli görevi başarıyla yapan o kaptanlar da savaşın sonunda İstiklal Madalyası ile ödüllendirildiler.

Atatürk’ün Denizcilik Vizyonu

Cumhuriyet ilan edildiğinde, donanmamız hurda durumunda, Haliç’te bulunuyordu. Yalnız, okul gemisi olarak görev yapmakta olan Hamidiye Kruvazörü ile Ertuğrul Yatı vardı ama onlar da seyre çıkamaz durumdaydı. Yavuz gemimiz ise üç büyük yaraya sahip olarak Tuzla’da bulunuyordu. O kadar ki; Lozan Antlaşması gereğince Gökçeada ve Bozcaada’nın teslim alınması ve kaymakamları dahil idari personelinin adalara intikali, 29 Ekim’de Cumhuriyetin ilanının çok kısa bir süre öncesinde imkansızlıklar yüzünden ancak yapılabilmişti. 

Atatürk’ün çevresinde deniz stratejisi ve deniz konularında bilgi verecek, analiz yapacak kimse yoktu. Bu, Cumhuriyetin en zayıf yönlerinden biriydi. Ama Atatürk bu durumun farkındaydı ve 2 Kasım 1924 günü Meclis’in açılışında yaptığı konuşmada Bahriyenin modernize edilmesinin gereğini söylemiş ve 30 Aralık 1924’te Bahriye Bakanlığı’nı kurdurmuştu. Atatürk sadece askeri alanda değil, kültürel, sosyal, ekonomik hatta sportif alan da dahil her alanda gerçekten öngörü sahibiydi. Cumhuriyetin ilk yıllarında güçlü bir donanma yaratabilmek için denizaltılar tedarik ettirdi ve onlara Türkçeye uygun olarak; Atılay, Saldıray, Batıray ve Yıldıray isimlerini verdi. Atatürk, Hamidiye Kruvazörü ile 1924 yılında yaptığı Karadeniz gezisinde geminin jurnaline “Hudutlarının mühim ve büyük aksamı deniz olan Türk Devletinin Donanmasının da mühim ve büyük olması gerektir. O zaman Türk Cumhuriyeti daha müsterih ve emin olacaktır. Mükemmel ve kâdir bir Türk Donanmasına malik olmak gayedir” yazarak uzun soluklu bir hedef ortaya koymuştur.

Atatürk, Denizcileşmeyi Bir Ülkü Olarak Göstermişti

Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin kültürünün, ekonomisinin ve vizyonunun ne olduğunu dış dünyada gösterebilmek için Karadeniz adlı ticaret gemisini 1926 yılında, seyyar bir sergi biçiminde düzenleterek Finlandiya’ya kadar Akdeniz ve Atlas Okyanusu limanlarında dolaştırmış ve yerel halkın ziyaretine açtırmıştı. Bu faaliyet toplam 86 gün sürmüş ve bu süre içinde 12 ülke, 16 liman şehri ziyaret edilmiş ve 47 kişilik Riyaset-i Cumhur Orkestrası da bu tanıtım amaçlı gezide yer almıştı. Atatürk, her alanda denizciliği var etmek istiyor ve denizcileşmemizin önünü açmaya çalışıyordu. 1937 yazında Fenerbahçe, Kalamış ve Moda’yı gezen Atatürk, mendireğin onarılmasını ve bu bölgenin gençlerin deniz sporları ile uğraşabilmesi için merkez yapılmasını istemiştir. Atatürk, “Üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye; endüstrisi, ticareti, ve sporu ile en ileri denizci milleti yetiştirmek kabiliyetindedir. Bu kabiliyetten istifadeyi bilmeliyiz. Denizciliği Türk’ün milli ülküsü olarak düşünmeli ve onu az zamanda başarmalıyız” derken; denizcileşmeyi bir ülkü olarak ortaya koyduğunu yalnızca donanmayla ilgilenmediğini göstermektedir. 

Bir yandan donanma geliştirilirken, diğer yandan 1 Temmuz 1926 tarihinde sivil denizciliğimizin önünü açan devrim niteliğindeki Kabotaj Kanunu ile denizciliğimizin üzerinde bir karabasan gibi duran kapitülasyonlar kaldırılmış ve denizcilik alanındaki sömürüye dur denilmiştir. Kabotaj; bir devletin kıyıları, karasuları, göl ve akarsularında yürütülen tüm denizcilik faaliyetlerinin kendi tekelinde icra edilmesi demektir. Osmanlı’da bu faaliyetler kapitülasyonlar yolu ile yabancılara verilmişti. Biz bu hakkımızı 815 sayılı Kabotaj Kanunu ile geri aldık ve yabancıların kapitülasyonlarla kazanmış olduğu imtiyazlara son verdik.

Özellikle Son 20 Yılda Denizcilik Ülküsüne İhanet Edildi

Deniz, zenginlik demektir. Bugün dünyanın tüm zengin ülkeleri denizlerinden halkları için katma değer üretmektedirler. Denizlere sırtını çevirmiş ve denizlerden katma değer üretmeyen ama zengin olmuş tek bir ülke bile yoktur. Nazım Hikmet’in dediği gibi ülkemiz Akdeniz'e bir kısrak başı” gibi uzanıyor ve biz de ülkemizin coğrafi konumunu tanımlarken “üç tarafı denizlerle çevrili bir yarımada ülkesiyiz” diyoruz. Ama iş denizlerden faydalanmaya ve halkımız için katma değer üretmeye gelince gerçek anlamda denizlerde yokuz. Bunun en büyük nedeni Osmanlı’dan aldığımız kötü mirastır. Cumhuriyetin kurulması ile bu yazgı değiştirilmeye ve 1926’daki Kabotaj Kanunu ile de önündeki engeller kaldırılmaya çalışılmıştır.

Denizlerden her alanda faydalanmak açısından coğrafi olarak büyük avantajlara sahip olmamıza rağmen; özellikle 1950’den sonra, Cumhuriyet hükümetlerinin bu işi fazla sahiplenmedikleri görülür. 20 yıldır ülkemizi yöneten AKP iktidarları döneminde ise her türlü özelleştirme, yabancılaştırma, denizcilik alanında yaratılan değerlerin haraç mezat satılması ile kabotaj imtiyazının içinin boşaltılmasına ve tekrar yabancılara veren bir konuma gelmemize neden olunmuştur. 

Denizcileşmek Türkiye İçin Zorunluluktur

Dünyamızda karasal kaynakların azalmaya ve bazı kalemlerde tükenmeye yüz tuttuğu düşünülürse; denizlerin ne kadar önemli olduğu belki daha iyi anlaşılabilir. Geçmişte mümkün değilken, bugün gelişen teknoloji sayesinde denizlerdeki hammadde kaynaklarının neredeyse tümüne ulaşmak mümkün hale geldi. Bu yüzden tüm ülkeler denizlerden daha fazla pay alabilmenin peşinde! Dünya ticaretinin yüzde 92’sinin deniz yolu ile yapılmakta olduğu ve çevre denizlerimizde çok zengin doğalgaz ve petrol yataklarının bulunduğunun göz önüne alınması sanırım denizlerin önemi hakkındaki soru işaretlerini giderecektir. 

Türkiye’nin coğrafi konumu nedeniyle çevresinde bulunan denizlerin (Karadeniz, Marmara, Ege Denizi, Akdeniz) zenginliklerine sahip olma ve kendisi için katma değer ve refah yaratma şansı var. Tabii ki kafasını kullanırsa ve denizlerdeki haklarına sahip çıkarsa! Ama iktidar bu hakların sadece göstermelik olarak peşinde ve ülkemizin kaynaklarını, enerjisini çağdışı ideolojisi ve hayali peşinde tüketiyor.

Türkiye’nin denizcileşmeye, yüzünü denizlere dönmeye, denizlerden katma değer üretir hale gelmeye şiddetle ihtiyacı var. Denizlerin giderek artan siyasi ve ekonomik değeri bize bunu dikte etmektedir. Bu nedenle denizciliği Türk Milletinin milli bir ülküsü haline getirmeye ve siyasetten ekonomiye, tüm dünya denizlerindeki hak ve menfaatlerimizden güvenliğe, denizcilik eğitiminden deniz hukukuna kadar tüm alanlarda eş güdüm içinde mesafe kat edecek güçlü bir siyasi iradeye ihtiyacımız var.  

Değerli Okurlar,

Yazı dizimize katkı veren emekli Amiral Sayın, Türker Ertürk’e şahsım ve gazetem adına teşekkür ederim.

 

Türker Ertürk Kimdir?
1957 yılında Trabzon’da doğan Ertürk, ilköğrenimini İstanbul’da, orta öğrenimini ise Ankara ve Trabzon’da tamamladı. 1971'de Heybeliada’da bulunan Deniz Lisesi'ne başladı. Lise ve müteakiben o zaman yine Heybeliada’da bulunan Deniz Harp Okulu mezuniyetinin ardından, 1979 yılında subay olarak donanma saflarına katılan Türker Ertürk, 15 sene gemilerde çalışmıştır. Bu süre içinde üç harp gemisinin komutanlığını yaptı. 1996 – 1998 yılları arasında ise Alçıtepe Muhribinin komutanlığını yapmıştır. Binbaşı rütbesinde Deniz Kuvvetleri Milli Plan Subaylığı, Yarbay rütbesinde Donanma Komutanlığı Eğitim ve Tatbikat Kısım Amirliği, Albay rütbesinde ise Deniz Kuvvetleri Komuta Kontrol Daire Başkanlığı görevlerini yapmıştır. 1985 – 1987 yılları arasında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde görev yaptı. 1988 – 1990 yıllarında Deniz Harp Akademisi eğitimini alan Türker Ertürk, 1992’de Silahlı Kuvvetler Akademisi ve 1999’da Roma’da bulunan NATO Savunma Koleji eğitimlerini tamamlamıştır. Ertürk; 2000 – 2003 yılları arasında Londra’da Silahlı Kuvvetler ve Deniz Askerî Ataşeliği görevini müteakip, 2003 – 2004 yılları arasında Eğitim Filotillası Komodorluğu, 2004 – 2005 yılları arasında da Deniz Harp Okulu Öğrenci Alay Komutanlığı görevlerini deruhte etmiştir. 30 Ağustos 2006 tarihinde amiralliğe terfi eden Türker Ertürk, 2006 – 2008 yılları arasında Karadeniz Bölge Komutanlığı görevini yapmıştır. Bu görevi esnasında; ülke çapında bir sosyal sorumluluk projesi olan Gazi Alemdar Müze Gemisinin yapılmasına öncülük etmiş ve lokomotif gücü olmuştur. 2008 – 2010 yılları arasında Deniz Harp Okulu Komutanlığı görevini yaptı. Bu görevde de birçok projenin gerçekleşmesini sağlayan Ertürk, Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı icra edilen psikolojik savaşta komutanlarının bu süreci iyi yönetemediği ileri sürerek 9 Ağustos 2010 tarihinde istifa etmiş ve mücadelesine siyasi yaşamda devam etme kararı vermiştir.
Mesleğinden ayrılmasının sonra CHP’ye katılmış ve yaklaşık olarak beş yıl CHP içinde siyasi faaliyet yürütmüştür. 14 Kasım 2014’de Anadolu Partisi’nin ikinci kurucu ismi olmuş fakat siyaseten anlaşmazlığa düştüğünden, 7 Haziran 2015 Genel Seçimlerinden önce 18 Mart 2015’de partiden istifa etmiş olup, halen siyasi çalışmalarını bağımsız olarak sürdürmektedir. Türker Ertürk askerlik mesleğinden ayrıldıktan sonra birçok televizyon ve radyo programına katılmış, makaleleri yayınlanmış, çok sayıda konferansta konuşmacı olarak katılmıştır. Halen Türkiye, Avrupa ve Amerika’da yayın yapan 25’i aşkın dergi, gazete ve internet gazeteciliği yapan sitede köşe yazarlığı yapmakta ve konferanslar vermektedir. Ödüller: General Gazi Aslanov Altın Şeref Madalyası (Türk Dünyasının gelişimi ve tanıtılmasındaki aktif faaliyetleri nedeniyle Azerbaycan Dede Korkut Vakfı tarafından 8 Mayıs 2016’da verildi.)

 

YAZARLAR

  • Cumartesi 31 ° / 16.7 ° false
  • Pazar 35.8 ° / 19.6 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Pazartesi 30.8 ° / 18.3 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • BIST 100

    9915,62%2,05
  • DOLAR

    32,42% -0,15
  • EURO

    34,65% -0,66
  • GRAM ALTIN

    2439,28% 0,14
  • Ç. ALTIN

    3999,24% 0,19