Öykü: Hatice Günday Şahman
DÜŞÜNCE - SANAT VE TOPLUM 16.09.2021 13:12:00 2138 1

Öykü: Hatice Günday Şahman

KUŞ BALIK OLDU

Ondan bir iz bulabilmek umuduyla bakınıyorum etrafa. Kendine yatak bellediği otlar yatık değil şimdi, çukur kaybolmuş. Saçlarını okşarmışçasına okşuyorum otları. Kuytularda yeşilini koyultmuş dere, zamanı kıvrımlarına dolayarak sanki hiçbir şey olmamış gibi akıyordu. Kumu çakıla katarak, köksüz bitkileri, vaktinden önce bir deli rüzgâra kapılmış yaprakları, yeşilinden ayrı düşmüş ince dalları sürükleyip götürerek. “Yatınca daha güzel her bir şey örtmenim. Gel yat. Her yan mavi her yan yeşil, bulutlar pamuk!” Aklını bulutlara, derenin akıntısına, her dem taze çiçeklerin sarısına, yosunların yumuşak yeşiline, kuşların kanatlarına bırakmış Nazif’in yerine uzanıyorum. Mavi beyazla, beyaz yeşille, yeşil turuncuyla sarmaş dolaş. Dünyayı sadece onun gördüğü renklerle görmek istiyorum.

Keşke ben de salabilsem aklımı. Gözlerimi kapatıyorum. Işık huzmeleri kirpiklerimin arasından süzülüyor. Rüzgârın ıslıkları kavakların uğultusuna, dağ yamaçlarından koşup gelen derenin şırıltısına karışıyor. “Annemin sesini duyarım Seyhan örtmenim. Annem derenin sesine verir sesini,” derdi, “bak duyuyor musun? Nazif... Nazifff… Naziiiiffff!” Gönlüm elvermezdi. “Aaaaa evet, ben de duyuyorum.” Gözlerini önce taşköprüye, sonra göğe, en son da dereye çevirirdi. Konuştukça bulutlar parçalanırdı. “Melek olmuş benim annem, su meleği. Allah dede varmış, çok severmiş annemi, yanına almış. Hemi de mutluymuş annem. Çok mutlu!”  Uzun upuzun boyu kısalıyor yüzüne bakınca. Sözleri, bakışları ille de gülüşüyle, dudaklarının kenarında akmaya hazır salyasıyla bir yaşsız çocuk.

Dirseklerime kadar sokuyorum ellerimi suya. Parmaklarım donuyor, yüreğim ateş. Patlak kaşındaki yarayı yıkarken “Çok acıdı ama acımıyor şimdi Seyhan örtmenim! Bak kanı götürdü dere.” Sanki canı yanan, teselliye, şefkate muhtaç benim. “Geçiyor!” diyor. “Geçiyor Nazif,” diyorum. Günler geçiyor. Geçerken tozlu bir örtü bırakıyor üzerimize. Avuç avuç su serpiyorum yüzüme. Parmaklarımdan, kirpiklerimden damlayan bulanık sularla oynaşan güneş ışınları aydınlatamıyor içimi. Oysa onun içi hep aydınlık.  Gülerdi. Gülerken gülerken gözlerinden yaşlar gelirdi.

Okula ilk geldiğinde istememiştim. “Boyuna bakmayın öğretmen kızım, yaşı kısadır aklı ise yaşından da kısa. Ama söz dinler. Üzmez seni. Yardım da eder iyice anlatırsan ne yapacağını. Ne kadar öğrenirse artık, sağda solda başıboş dolaşmasın yeter. Aklı elden ayrıdır bilirim lakin kuşları, balıkları, börtü böceği, ağaçları çiçekleri öğrendiği gibi öğrenir belki de okumayı yazmayı,”  derken çukura kaçmış gözleri umutla bakıyor yaşlı kadının. Ama olmaz ki, diye başlayıp gerekçeler sıralayacakken, çocukların gülüşmeleri, sesleri çoğalıyor. “Piççç Nazif… Piççç Nazif… Deli Nazifff…” Nenenin yüzü biraz daha kararırken, bakışlarıyla kıvılcımlı oklar fırlatıyor çocuklara. Nazif büküldükçe bükülüyor başını omuzlarının arasına kıstırarak. “Olmazsa, o zaman salıverirsin, gayri sen bilirsin,” diyor tuttuğu eli bana emanet eden nene. Avcuma emanet kocaman eli bıraksam kopup yere düşecek sanki. Sıkıca tutuyorum. Köşeleri aşınmış Nazif’ten yadigâr siyah taşı sıkıyorum şimdi kocaman elin yerine.  “Seyhan örtmenim güneşe tut, yeşil olur. Tıpkı senin gözlerine benzer.” Bir karınca yürüyor bacağımda. Sonra bir karınca daha... Ekmeğini ufak ufak parçalayıp otların arasına, dereye bırakışını, “Kurdun kuşun cümle mahlûkatın hakkı…” diye neneden ezber sözlerini hatırlıyorum.

Sırrına ulaşamadığım suda dalgalanan Nazif’in yüzü, sözü durmadan değişiyor. Kumların suyu bulandırdığı gibi bulanıklaşıyor görüntüler. Sınıfta başka, ana kucağı bellediği derenin yanında başka bir Nazif olurdu. Bilirdim, en son sırada konuşmadan kıpırdanarak otursa da aklı duvarların, camların ötesinde dolanırdı. Okul çıkışı, uzun bacaklarıyla yürümez de koşar, koşmaz da uçar gibi zikzaklar çizerek, çevremde dönerek inerdik derenin kenarına. “Aha tam şuramda karnımın içinde bi bulut var örtmenim, koskocaman bi bulut. Rüzgâr bulutu, bulut beni iter. Duramam hiç.” Anlattıklarımı dere kenarında daha iyi anlardı. Parmaklarıyla çizerdi harfleri sayıları otların, bulutların, suyun üzerine. Resimli kitapları severdi, masalları. Kalın hırıltılı sesiyle, çocuk sözcüklerle masallar anlatırdı nenesinden öğrendiği. Gözlerinde masum pırıltılar, kendi gerçeğinden uzakta, masal âlemlerinin büyüsünde kaybolurdu. “Örtmenim bi daa anlatsan kara balık masalını.” Anlatırdım. “Herkeşler mi dövüyo örtmenim kara balığı? Dedesi de var mı? Dayısı da var mı? Dayısı mı daha çok döver dedesi mi? Ben de kaçsam. Ha Seyhan örtmenim, kaçsam tee uzaklara herkeşlerin olmadığı, nenem çok ağlar mı? Bana ağlama diyo, kendi ağlıyo.” Bacağımdaki kırlangıç dövmesine bakarak, “Aha bu kırlangıçlar götürse nenemle beni. Sen de gelsen örtmenim.” Kırlangıçlarımın beni ancak bu dere kenarına getirdiğini söyleyemezdim.

Bir gün anlatmıştı anlatabildiği kadarını Gülsüm nene, gayya kuyusu gözleri dolu dolu. “Elden ayrı güzeldi kızım. Yüzü de yüreği de… Rabbim ona güzelliği çok aklı az vermişti. Nasıl oldu bilemedim. Çok dövdü babası olacak kör olasıca. Karnına karnına tekmeler attı da Melek kızım ağzını açmadı. Sadece babası değil, abisi olacak o deyyus da... Kurt, ulusundan gördüğünü işler. Belki ona sebeptir Nazifim’in böyle oluşu. Bana da söylemedi. ‘Söyle kızım vereceğim seni ona’ dedikçe daha bir ağlardı sicim sicim. Koşar koşar dereye giderdi. Dereye söyledi zahar. Ummazdım ama baktı beledi oyuncak bebeğe bakar gibi. Yarım yamalak ninniler söylerdi. ‘Nazifff Nazifff ak oğlum,’ diye diye. Oğlanı sırtına alır dereye giderdi. Babası sürükleye sürükleye getirirdi. Melek kızım temelli gittiğinde beş yaşındaydı Nazif. Abisi görmüş, taşköprüden atmış kendini ‘kurtaramadım yarım akıllıyı’ diye anlattı. Çağıl çağıl akmış gitmiş sularda bedeni. Çağıl çağıl akmış gitmiş acıları. Alnına yazılanı yaşamanın adına güçlülük derler Seyhan kızım. Neylersin? Kadere razılık göstermek gerek.” Bilirdim akıp gitmezdi acı, birinden diğerine geçerdi, kızdan anaya, anadan oğula. Gülsüm nenenin yemenisi gibi kara sözleri, dağların sisine asılıp kalmıştı. Yüzündeki çizgilerden okumuştum sustuklarını, çaresizliğini. Sırtındaki birbirine geçmiş kuru dalların ağırlığı değildi yaşlı kadının belini iyice büken. Dere Melek kızın katili miydi? Koruyucusu mu? Mezarı mı? Sığınağı mı? Cenneti mi? Cehennemi mi? Cevabı ne Gülsüm nene verebilirdi, ne de ben.

Dereye bakarken belleğimdeki görüntüler bir ileri bir geri akıyor. Tükürük bulaşmış alt dudağı aşağı sarkık, dere boyunca gidip geliyor, gittikçe de öfkesi bileniyordu. “Resmini gösterdi çadırdaki abiler. Kocaman bi kara yılana benziyor. Derenin üzerine koycaklarmış. Dere nasıl akar o zaman? Yılan yutar dereyi. Ya annem! Annem nerede kalır, nereye sığınır? Yılanın içinde yaşanır mı? Derenin kenarındaki otlar, çiçekler bile yeşermez olurmuş, deredeki balıklar hepisi hepisi ölürmüş. Öyle söyledi çadırdaki abiler. ‘İstemiyooozz,’ diye baardılar. Nenem de baardı onlarla. Komşu kadınlar da... Ben de baardım. Sona candarmalar geldi. Bissürü bissürü candarma. Sona da dedem… ” Derenin aşağı geçe, yukarı geçe diye böldüğü köy ev ev bölünmüştü. Babayla oğul, anneyle kız, karıyla koca bölünmüştü. Bazıları “İsteriz, büyük yatırımmış, iş güç sahibi olacağız, geleceğimiz kurtulacak!” derken, bazıları “Yok istemeyiz, ölüm fermanımızdır, ekmeğimizden, evimizden, yurdumuzdan olacağız!” diyordu. Bazıları çevrecilerle birlik olup iş makinelerinin önüne geçerken, bazıları bir an önce yapılsın diye avuçlarını tükürükleyip kazma küreğe baltaya sarılıyor, karşılıklı davalar açılıyordu. Derenin suyundan daha yavaş ilerleyen davalar. Her geçen gün biraz daha öfkeyle bileniyordu sözler. Yumruklar. Nazif’in yumrukları da... Derenin yukarısından gelen iş makinelerinin sesleri suyun türküsünü bastırıyordu. “Yılanın başını küçükken ezcen der nenem. Küçükken!” Yumruklarını yukarı, görünmez düşmana doğru sallıyor, sayıklar gibi söyleniyordu, gözleri çakmak çakmak. “Nazifcim sen karışma sakın, boş ver,” diyorum. “Yılan dereyi yutacak. Yılan annemi yutacak ama…” derken öfkesini bana yöneltiyor. “Gel,” diyorum, “ayaklarımızı dereye sokup, küçük kara balığı anlatayım.”

“Yok, istemem! Yılanın başını ezen şehzadenin masalını anlat örtmenim.”

“O masalı bilmiyorum ki…”

Başını ellerinin arasına alarak somurtup oturuyor. Keşke o zaman anlatsaydım, yiğit şehzadelerin çoktan yitip gittiğini, masallardaki büyülü gücün gerçekler karşısında yenik düştüğünü. Keşke bir gün önce, sadece bir gün önce açıklansaydı mahkeme kararı, gazetelere korkunç trajedi manşetlerinin altına konulmayacaktı Nazif’in fotoğrafı. Dinamitler patlarken orada olması kaza mıydı, kader miydi, kahramanlık mıydı? Dünyaya gelişi de gidişi de sır oldu Nazif’in. Bir varmış bir yokmuş oldu Nazif. İki yana sallanarak uğunan Gülsüm Nene’nin deyişiyle, yiğit donuna bürünüp gelen Ak oğul, alevden atlara binip masallara karıştı. Suyun yansımasına bakıp yazmak istesem, paramparça olur Ak Oğlan masalı. Ne gökten üç elma düşer, ne murada eren, ne de kerevete çıkan…

Dere bir mezarlık gibi görünüyor gözüme. Ama bu mezarlık hâlâ nasıl da böyle güzel? Güneşi kucaklamış nasıl da hiçbir şey olmamış gibi akıyor? Su dizlerime gelinceye kadar ilerliyorum Lethe nehrinde. Unutmak ve acı çekmemek için. Unutmak ve yaşama devam etmek için. Bacağımdaki kırlangıç dövmesine bakıyorum. “Kuş balık oldu, kuş balık oldu örtmenim!” diyor derenin şırıltısı.

Seyhan öğretmen sanıyor ki

ben hiçbir şey olmamış gibi akmaktayım

                        doğrudur akıyorum akmasına

                                    ama suyum dupduru değildir artık

                         akarken böyle kimi zaman usul uslu

ve kimi zaman hırçın

ve kimi zaman çağıl çağıl

benim için ödenen bedellerle

ve suyuma kelepçe vurulmadıysa da

bakmayın yoktur eski coşkum

damlalarımın arasında zerreciklerimde

bin can var

bin can kurban edildi yoluma

bin can yaşam buldu benimle

nazif oğlan bende döllendi

benle yaşadı

bana döndü

sardım sarmaladım

şimdi de sırladım

ruhu sular kadar berrak

sular kadar engindi nazifin

yeni bir dona

yeni bir cana

bin bir cana karıştı

                                               devri, devrim, devrimiz daim olsun

 

 


Haber Kaynak : ÖZEL HABER
Seyhan Can
16.09.2021 15:21:55
Sevgili Hatice Günday Şahman... Diliniz coşkun bir nehir gibi... Öykünüz, masal tadında ama sonu masal gibi değil. Hüznü, kederi, kadına şiddeti, doğa sevgisini, insan sevgisini iğne oyası gibi ince ince işlemişsiniz. Kaleminize, yüreğinize sağlık.

faça okurun huzuruna çıkmaya hazırlanıyor      

ÖYKÜLER: Kafiye Müftüoğlu

ÖYKÜLER: Gülşen Öncül

Öykü: BAŞAR UYMAZ TEZEL

ÖYKÜLER: Sema Canbakan

ÖYKÜ: Nazire K. Gürsel

ÖYKÜ: Başak Savaş

ZİNCİR ÖYKÜLER: GÜLSER KUT ARAT

ŞİİR: SEMA GÜLER

ZİNCİR ÖYKÜLER: TUBA ÖZKUR AKSU

ZİNCİR ÖYKÜLER: AYŞEGÜL DAYLAN

ZİNCİR ÖYKÜLER: ADALET TEMÜRTÜRKAN

ÖYKÜ: İLKNUR GÜNEYLİOĞLU ŞENGÜLER

ÖYKÜ: Neriman Ağaoğlu

ŞİİR:  Yonca YAŞAR

ÖYKÜ: İlkay Noylan

ÖYKÜ: Güngör Ağrıdağ Mungan

SÖYLEŞİ: Nefise Abalı

Öykü: İlknur Güneylioğlu Şengüler

SÖYLEŞİ: AYŞEGÜL DİNÇER

Söyleşi: Ebru Yavuz

  • BIST 100

    8828,70%-0,62
  • DOLAR

    32,29% 0,55
  • EURO

    35,19% 0,29
  • GRAM ALTIN

    2238,56% 0,53
  • Ç. ALTIN

    3895,90% 0,00
  • Salı 15.1 ° / 9.5 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Çarşamba 19.1 ° / 9.6 ° Orta kuvvetli yağmurlu
  • Perşembe 16.4 ° / 10 ° Orta kuvvetli yağmurlu