Devrimler kesin hesaplaşmalardır.
Devrimci güç, karşı devrimcileri yok edebildiği oranda başarılı olurlar.
Bu netliğe ulaşamayanların bolca serüvenlerine tanıktır tarih.
Ulusal Kurtuluş Savaşımızın yarattığı Türkiye Cumhuriyeti Devleti
“ Aydınlanma Devrimi” ile çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmayı, hatta
üstüne çıkmayı amaç seçmişti
Seçilen amacın karşıtları gizli değildi. Bir bir anımsıyalım:
Koskoca Osmanlı İmparatorluğu misyonunu ve cümle Emevi
Şeriat gericiliğini arkasına alarak, kurtuluş güçlerine idam
fetvaları düzenleyip düşman uçaklarıyla saçanlar.
Eşkıya çeteleri kurup isyan çıkaranlar.
Sevr’de alamadıklarını, Türkiye Cumhuriyetinin başarısızlığı
sonunda alabileceklerini uman emperyalistlerin fitnelik tezgahları.
Devrimci kesimin arasında bile, devrimin atılımlarına ayak
uyduramayan uzlaşmacılar ya da korkaklar.
Ne var ki Anadolu’da şahlanan bu devrim hareketi, karşıtlarını
yok etme yolunu seçmedi.
Menemen olayı sırasında bile, isyan eden duygularını bastırmayı
başardı insan Mustafa Kemal.
***
Peki, devrimlerin bu temel karakterini bilmiyor muıydu Atatürk? Çok iyi
biliyordu. Kaeşıtlığın bir düşünce sistemi olduğunu; karşıtları yok etmenin
aslında insanı yok etmek değil, yanlış düşünceyi yok etmek demek olduğunu
da biliyordu.
Hatta daha da fazlasını biliyordu:
Anadolu Halkının acınacak durumunu biliyordu.
Doğa sevgisini ve insan onurunun yüceliğini biliyordu.
Karşı devrim saflarında yer almış olan halk, yüzlerce yıldan beri hiç
anlamadığı şeriat kıskacında padişahın kulu sayılmış bir ümmet yığınıydı.
Tarih boyunca soru soranın, kuşku duyanın başı kesilmiş, köle yaşamını
benimsiyebilmesi için, cahil bırakılması en kedtirme yol sayılmıştı.
Öyleyse onları, asıp- kesip yok etmek yerine; cahillikten kurtarıp, bilgi-
beceri İle donatarak üretken hale getirmek, doğadaki onurlu konumuna
kavuşturmak olmaz mıydı?
Kendi beynini, bedenini kullanarak, kendi yaşamını ve inancını özgürce
sürdürmesi demek değil miydi uygarlık kültürünün “ Laiklik?” dediği kavram?
Mustafa Kemel’in daha Kurtuluş Savaşının başında eğitim sorununa
parmak bastığına; öğretmenlere büyük görevler düştüğünü birçok kez
kez dile getirdiğine tarih tanıktır.
Bu yaklaşımın amacı apaçık ortadaydı. Cahil bırakılmış olan halkın bir
kısmı insan haklarını ve ulusal değerleri bilmedikleri için, aldatılmış ve karşı
devrimci saflara savrulmuşlardı. Onları pozitif bilim ve teknoloji yardımıyla
devrim toplumuna kazandırmak neden mümkün olmasındı?
Ama bu sürecin kolay olmayacağını iyi bilen Atatürk “ Gençliğe Söylev”
de tarihi uyarısını bir anayasa açıklığıyla ortaya koymuştu.
Süreci izleyelim: ***
Bir yanda Atatürk’ün hastalığı ve ölümü; diğer yanda 2. Dünya Savaşının
yarattığı bunalım ortamı, gerici güçlerin hızla palazlanmasına fırsat verdi.
Tek parti CHP’si adeta abluka altına alınmıştı. Partiden karar çıkarabilmek
ve devrimci kararları uygulayabilmek olanaksız hale gelmişti.
Köy Enstitüleri yasası- 1946’da Demokrat Partiyi kuranların- protestosu
altında zorlukla çıkarılabilmişti. Belki de köylünün karşı çıkacağını umarak,
gevşek davranmışlardı.
Neyleyim ki insanı eğitmek kumaş boyamaya benzemiyordu. Yanlışı atıp
yerine doğruyu koymak nesilleri kaplıyordu. Tüm olanaksızlıklara karşın,
eğitim kullanılacak biricik silahtı. Eğitim seferberliği her şeyin önüne geçen
bir atılım olmak zorundaydı.
Bir yandan öğretmen okulları daha etkin hale getirilirken, yeni kurulan
Köy Enstitüleri ile atağa kalkıldı. Kısacık süreçte 17.000 devrimci öğretmen
ve sağlıkçı yurt düzeyinde görev aldı.
Toprak ağalarının ve dinsel gericiliğin etekleri tutuşmuştu. Yeni kurulan
Demokrat Partiye şart koştular:
“ Köy Enstitülerini kapatıp, bu eğitim sistemini budamazsanız, size oy
vermeyiz” dediler.
Çok geçmeden de saldırıya geçtiler.
CHP Hükümeti çaresiz kalmıştı.
Köy Enstitülerinin kurucusu Hasan Âli Yücel’i Milli Eğitim Bakanlığı
görevinden alırken göz yaşını saklayamıyordu İsmet İnönü.
O Hasan Âli Yücel mahkemelerde süründürüldü. Suçu okul açmaktı.
İsmail Hakkı Tonguç emekliliğini bile yargı kararıyla zor alabildi.
Oysa “ Yaparak- Yaşayarak Eğitim” sistemine dayanan Köy Enstitüleriyle
kültürel boyut kazanacak olan Aydınlanma süreci 1960’a kadar işlevlerini
sürdürebilseydi ülke çağdaşlaşma amacına ulaşmış olacaktı.
***
Vardığımız nokta ne?
Atatürk’ün eğitim yoluyla yapılacaklara dair öngörülerini doğrularcasına
Köy Enstitülerini ve Öğretmen okullarını dilimizden düşürmüyoruz. Hatta
eğitim sorunlarımızın çözümü için, o kurumlara dönmeyi çıkış yolu olarak
düşünenler büyük yoğunlukta. O 8- 10 yıllık eğitim sürecinin kazanımlarını
hâlâ alkışlıyoruz.
Ne var ki “ Bişey olmaz”, “ Yapamazlar”, “ Bu halk ne yapacağını bilir”
gibi söylemlerin akıllıca söylemler olmadığını hâlâ göremeyenlerimiz var.
“ Hoşgörü” gösterdiğimizi sanırken “ Taviz” verdiğimizi fark edemedik.
Yani halkı eğiterek, devrimci güce katmayı yeterince başaramadık.
Karşı devrimci odaklarsa, onca çıkar dalaşmalarına, onca yozluklarına
karşın, Emevi gericiliğini kapımıza getirebildiler.
Kaygımız zaman kaybınadır.
Yoksa mutlaka başarılacak, tüm insanlar beyinlerinin önemini ve Laiklik
denen kavramın ne büyük bir hazine olduğunu kavrayacaklardır.
Demokrasimizin şahlanacağı günler uzak değildir.