Mehmet BABACAN, Eğitimci- Yazar ve Şair


ANADOLU AYDINLANJMA DEVRİMİ YARIM KALDI

Devrimler kesin hesaplaşmalardır.


     Devrimler kesin hesaplaşmalardır.

     Devrimci güç, karşı devrimcileri yok edebildiği oranda başarılı olurlar.

Bu netliğe ulaşamayanların bolca serüvenlerine tanıktır tarih.

     Ulusal Kurtuluş Savaşımızın yarattığı Türkiye Cumhuriyeti Devleti

“ Aydınlanma Devrimi” ile çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmayı, hatta

üstüne çıkmayı amaç seçmişti

     Seçilen amacın karşıtları gizli değildi. Bir bir anımsıyalım:

Koskoca Osmanlı İmparatorluğu misyonunu ve cümle Emevi

Şeriat gericiliğini arkasına alarak, kurtuluş güçlerine idam  

fetvaları düzenleyip düşman uçaklarıyla saçanlar.
Eşkıya çeteleri kurup isyan çıkaranlar.
Sevr’de alamadıklarını, Türkiye Cumhuriyetinin başarısızlığı

sonunda alabileceklerini uman emperyalistlerin fitnelik tezgahları.
Devrimci kesimin arasında bile, devrimin atılımlarına ayak

uyduramayan uzlaşmacılar ya da korkaklar.  

     Ne var ki Anadolu’da şahlanan bu devrim hareketi, karşıtlarını

yok etme yolunu seçmedi.

     Menemen olayı sırasında bile, isyan eden duygularını bastırmayı

başardı insan Mustafa Kemal.

 

                                                         ***

     Peki, devrimlerin bu temel karakterini bilmiyor muıydu Atatürk? Çok iyi

biliyordu. Kaeşıtlığın bir düşünce sistemi olduğunu; karşıtları yok etmenin

aslında insanı yok etmek değil, yanlış düşünceyi yok etmek demek olduğunu

da biliyordu.

     Hatta daha da fazlasını biliyordu:
Anadolu Halkının acınacak durumunu biliyordu.
Doğa sevgisini ve insan onurunun yüceliğini biliyordu.

     Karşı devrim saflarında yer almış olan halk, yüzlerce yıldan beri hiç

anlamadığı şeriat kıskacında padişahın kulu sayılmış bir ümmet yığınıydı.

Tarih boyunca soru soranın, kuşku duyanın başı kesilmiş, köle yaşamını

benimsiyebilmesi için, cahil bırakılması en kedtirme yol sayılmıştı.

     Öyleyse onları, asıp- kesip yok etmek yerine; cahillikten kurtarıp, bilgi-

beceri İle donatarak üretken hale getirmek,  doğadaki onurlu konumuna

kavuşturmak olmaz mıydı?

     Kendi beynini, bedenini kullanarak, kendi yaşamını ve inancını özgürce

sürdürmesi demek değil miydi uygarlık kültürünün “ Laiklik?” dediği kavram?

      Mustafa Kemel’in daha Kurtuluş Savaşının başında eğitim sorununa

parmak bastığına; öğretmenlere büyük görevler düştüğünü birçok kez

kez dile getirdiğine tarih tanıktır.  

     Bu yaklaşımın amacı apaçık ortadaydı. Cahil bırakılmış olan halkın bir

kısmı insan haklarını ve ulusal değerleri bilmedikleri için, aldatılmış ve karşı

devrimci saflara savrulmuşlardı. Onları pozitif bilim ve teknoloji yardımıyla

devrim toplumuna kazandırmak neden mümkün olmasındı?

     Ama bu sürecin kolay olmayacağını iyi bilen Atatürk “ Gençliğe Söylev”

de tarihi uyarısını bir anayasa açıklığıyla ortaya koymuştu.  

 

     Süreci izleyelim:                                                                 ***

     Bir yanda Atatürk’ün hastalığı ve ölümü; diğer yanda 2. Dünya Savaşının

yarattığı bunalım ortamı, gerici güçlerin hızla palazlanmasına fırsat verdi.

Tek parti CHP’si adeta abluka altına alınmıştı. Partiden karar çıkarabilmek

ve devrimci kararları uygulayabilmek olanaksız hale gelmişti.   

     Köy Enstitüleri yasası- 1946’da Demokrat Partiyi kuranların- protestosu

altında zorlukla çıkarılabilmişti. Belki de köylünün karşı çıkacağını umarak,

gevşek davranmışlardı. 

     Neyleyim ki insanı eğitmek kumaş boyamaya benzemiyordu. Yanlışı atıp

yerine doğruyu koymak nesilleri kaplıyordu. Tüm olanaksızlıklara karşın,

eğitim kullanılacak biricik silahtı. Eğitim seferberliği her şeyin önüne geçen

bir atılım olmak zorundaydı.

     Bir yandan öğretmen okulları daha etkin hale getirilirken, yeni kurulan

Köy Enstitüleri ile atağa kalkıldı. Kısacık süreçte 17.000 devrimci öğretmen

ve sağlıkçı yurt düzeyinde görev aldı.

     Toprak ağalarının ve dinsel gericiliğin etekleri tutuşmuştu. Yeni kurulan

Demokrat Partiye şart koştular:

     “ Köy Enstitülerini kapatıp, bu eğitim sistemini budamazsanız, size oy

vermeyiz” dediler.

     Çok geçmeden de saldırıya geçtiler.

     CHP Hükümeti çaresiz kalmıştı.

      Köy Enstitülerinin kurucusu Hasan Âli Yücel’i Milli Eğitim Bakanlığı

görevinden alırken göz yaşını saklayamıyordu İsmet İnönü.

     O Hasan Âli Yücel mahkemelerde süründürüldü. Suçu okul açmaktı.

     İsmail Hakkı Tonguç emekliliğini bile yargı kararıyla zor alabildi.

     Oysa “ Yaparak- Yaşayarak Eğitim” sistemine dayanan Köy Enstitüleriyle

kültürel boyut kazanacak olan Aydınlanma süreci 1960’a kadar işlevlerini

sürdürebilseydi ülke çağdaşlaşma amacına ulaşmış olacaktı.

    

                                                                       ***

     Vardığımız nokta ne?

     Atatürk’ün eğitim yoluyla yapılacaklara dair öngörülerini doğrularcasına

Köy Enstitülerini ve Öğretmen okullarını dilimizden düşürmüyoruz. Hatta

eğitim sorunlarımızın çözümü için, o kurumlara dönmeyi çıkış yolu olarak

düşünenler büyük yoğunlukta. O 8- 10 yıllık eğitim sürecinin kazanımlarını

hâlâ alkışlıyoruz.

     Ne var ki “ Bişey olmaz”, “ Yapamazlar”, “ Bu halk ne yapacağını bilir”

gibi söylemlerin akıllıca söylemler olmadığını hâlâ göremeyenlerimiz var.

     “ Hoşgörü” gösterdiğimizi sanırken “ Taviz” verdiğimizi fark edemedik.

     Yani halkı eğiterek, devrimci güce katmayı yeterince başaramadık.

     Karşı devrimci odaklarsa, onca çıkar dalaşmalarına, onca yozluklarına

karşın, Emevi gericiliğini kapımıza getirebildiler.

     Kaygımız zaman kaybınadır.

     Yoksa mutlaka başarılacak, tüm insanlar beyinlerinin önemini ve Laiklik

denen kavramın ne büyük bir hazine olduğunu kavrayacaklardır.

     Demokrasimizin şahlanacağı günler uzak değildir.

YAZARLAR

  • Salı 29.2 ° / 15.4 ° Güneşli
  • Çarşamba 30.5 ° / 16.6 ° Güneşli
  • Perşembe 31.6 ° / 17.1 ° Güneşli
  • BIST 100

    9679,80%-1,37
  • DOLAR

    32,40% 0,03
  • EURO

    34,46% -0,02
  • GRAM ALTIN

    2487,23% 0,18
  • Ç. ALTIN

    4085,85% 0,00