Kuşkusuz yaşam zincirimizde dedelerimizin önemli yerleri vardır.
Onların yaşamımızda bıraktıkları izleri unutmamız olanaksızdır.
Benim Mehmet Dedem de o köşe taşlarından biriydi.
Rahmetli Dedem, Osmanlının son dönemlerine doğru Yemen
civarlarında askerden kaçmış.
Filistin yörelerinde 7 yıl çabaladıktan sonra, Kıbrıs üzerinden
Anadolu’ya geçebilmiş.
Eğleştiği yerlerde demircilik öğrendiği için, “ Demirci Mehmet”
olarak dönmüş evine.
Yadırganmış sanatı. Çünkü Müslümanda sanat olmazmış.
Müslüman Allah’tan istermiş. Ondan gelmezse kulundan sadaka
istermiş. “ Bir lokma, bir hırka” yeter sayılırmış. Elbette yayla-
sahil göçen Yörüklükte de olamazdı sanat.
Giderek atın nalı, eşeğin yuları derken, Yörük obası alışmış
demirciliğe. Dedem de oh deyip bir ayran içmiş üstüne.
Dedeceğizim o Filistin yöresinde epeyce de kültürlenmiş. O
kadar yoğun çaba arasında bir yığın da kitap getirmiş. Bunların
arasında Kerem ile Aslı, Kan Kalesi, Muhammed Hanefi Cengi,
Kesik Baş, İlmühal gibi kitap isimleri hala aklımda. Unuttuklarım
da az değildir. Birçoğu düz yazı, birçoğu da şiir halindeydi.
Bu kitapların dili - bizim yörükçeye pek benzemese de- Türkçeydi.
Ama Arap Harfleriyle yazılmışlardı.
Komşular akşamları toplanır, çıra ışığında Babama okuturlardı.
***
Eskiden Yörüklerde iki yaşam biçimi vardı:
- Mekânlı Yörükler: Yani hem yaylada, hem sahilde yerleşim
yerleri olup, bunların arasında yaz- kış göçebe yaşayanlar.
- Köçer Yörükler: Yani yerleri olmayan, ancak yayla- sahil
arazi kiralayarak yaşayan Yörükler. Bazı yörelerde onlara
“ Bahşış” ya da “ Köçer” dendiği de olurdu.
Biz mekânlı Yörük idik. Toroslarda yaylamız Akova, Sahilde de
denize kadar inen Esskiyörük adlı köyümüz vardı.
Hem yaylada, hem sahilde henüz mimari bir yapılama yoktu.
Göçte götürülemeyen eşyaları koymaya; sert kışlarda biraz da
barınmaya yetecek kadar toprak damlı basit yapılardı ev ve ahırlar.
Asıl Yörük evi keçe ve savanla örtülmüş çadırlardı.
Hayvancılık nedeniyle seyrek oturumlu bir yerleşim düzenlemesi
vardı. Mahalle uzaklıkları kilometreyi aşardı.
Bizim çocukluğumuzda geceler çok uzundu. Çocuk uykumuzla
bile tüketemezdik geceyi. Çünkü gece iki namaz arasıydı. Akşam
Namazı ile Sabah Namazının arası. Çünkü ışık yoktu. Ya kandilde
yağ kalıntıları ya da mum yakılırdı. O da yemek gibi zorunlu işler
için kullanılırdı. Cep feneri yerine çam fanazı en pratik ışıktı. Biz
şanslı sayılırdık, Dedem bir gemici feneri getirmişti.
Ama Gaz Yağı nerde bulunurdu ki...
***
Uzun kış gecelerinde yakın olan komşular bizim evde toplanır,
Babama Dedemin kitaplarını okuturlardı.
Babam 1928’de başlayan 3 yıllık ilkokul mezunuydu.
Arap yazısını nerde öğrendiğini hiç sormamışım. Herhangi bir
kursa gittiğini hiç duymadık. Ama gerektiği yerde geçip namaz
kıldırdığını kaç kez görmüştüm.
Güzel de bir sesi vardı Babamın. Kendine özgü bir melodi ile
okurdu şiirleri, ağıtları. O okurken kadınlar, etek uçlarını ellerine
alırlardı, gözlerini silmek için.
Ben 6- 7 yaşıma gelmiştim ama “ Humma Hastalığı” yüzünden
okula gidemiyordum. Yatalak olmasam da halsizdim. Kısa süreli
gezinir, gelip yatardım.
Babam çam çırasının ışığında okurken, omuz başından ağzından
çıkan sesin harflerini izlerdim. Okuyamamak hastalığımdan daha
zor geliyordu bana. Bunu gören Babam, Arap Harflerini yazıverdi,
biraz da anlattı. Kısa sürede öğrendim. Sesli harf yoktu. Onun yerine
“ üstün”, “ esire”, “ ötüre” isimli işaretler vardı. Onlardan birinin
sesini çıkararak bir harfe ulaştığımda ya da bir harften yola çıkınca
okuma oluşuyordu.
Ancak sesli harf yerine geçen işaretlerin “ kalın”- “ ince” diye bir
ayrımı yoktu. Bağlandığı harfe göre durum alıyordu. Anlayamadığım
sözleri okuyamadım mı, yoksa eski olduğu için mi bilemiyordum?
Babamı şaşırtacak kadar kısa sürede söktüm okumayı. Yataktan bile
çıkmaz olmuştum.
Bir gün Babam da bir kitap getirdi. Arkadaşında almış. Kitabın
adı “ Kuddusi Divanı” idi. Şiir doluydu. Ne var ki kitap yeni yazı ile
yazılmıştı. Komşular illa Kuddusi diyorlardı. Beni ateş sardı. Gene
dikildim omuz başına.
“ Bu kez işimiz kolay” dedi, Babam.
Arap harflerinin altına yeni harfleri yazıverdi. Sesli harflerin
özelliklerini de anlatıverdi. Oh be! O gün okumaya başladım ben.
Sevinçten uçuyordum. Sanırım hastalığı yenmeme katkısı oldu.
Ben, “ Baba bu ne kadar kolaymış” dedikçe:
“ O Atatürk’ün yazısı. Onun için kolay oğlum” diyordu Babam.
1928 yılının 24 Kasımında yapılan “ Harf Devrimi”ni ilk kez Babamdan
duymuştum. Hatta ilk öğrencilerden olduğu için gurur duyardı, canım
Babam. Eski yazıyı iyi bildiği halde kullanmamaya özen gösterirdi.
24 KASIM
Yıl 1928
24 Kasım
Sonbahardı mevsimlerden
Doğa
yaprak yaprak arınıyordu
eskimişlerden
Kurtulmalı diyordu Ulu Önder
yıllardan beri
“ Beyinler, yürekler zincirlerden”
Ve başlanmalıydı bir yerden
O Kasım sabahı
bir mutlu rüzgârdı esen
özgürce dolarken umut ışıkları
pencerelerden
Ulusun kara yazgısını
değiştiriyordu Mustafa Kemal
ak tebeşirle
Ve muştular veriyordu yediden yetmişe
yeni bir zaferden…