Mehmet Doğan Karakuş - Muhabbet Yelleri


ADI MÜLKİYET

Adı Mülkiyet'ti. Nedendi, nasıldı, niyeydi adına Mülkiyet denmesinin, ne kendisi, ne çevresi biliyordu; adının Mülkiyet olarak konmasının nedenini.


            Bundan yirmi üç sene önce doğmuş, bedeni kıkırdağa bile durmadan, kulağına okunan dualar, başının üstünde döndürülen yeşil musaf, sarıklı, dolamalı hocayla birlik üç kerre fısıldamışlardı. Üç kerresinde de;

            “Mülkiyet!” demişlerdi.

            Tam, üç kerre...

            Töre geleneğiydi, kulağına üç kerre adının öpüp öpüp alnına koyup da döndürüp, mırıldanıp, kutsal kitabı bebeğin, ana babanın başının üstünde döndürüp kulağına;

            “Mülkiyet!” diye fısıldanması.

            Onun içindir ki Mülkiyet, serpilip koca bir gelinlik kız çağına gelmeden önce, meme mesden büyür büyümez, döşleri dömüşlenir dömüşlenmez, anasına bacaklarının arasından ergenliğe erişkin olma gereği olan adet gününü bile bilmeden bağırtıyla koşup söylemesi, anasının da babasına;

            “Herif, bizim kızın olgunluk çağı!” diye gururla, şişinerek, bir gençlik çağına adım attığını, küçük kızcağızı sokaktaki oyundan, gittiği okuldan alacağını bile bile söylemesi hiç kusuru değildi, Mülkiyet'in.

            Mülkiyet, yöresinin sıcak ikliminde erken serpilip güzelleşmişti.

            Erkekler bakıp duruyordu her bir yerlerine.

            Komşu kadınlar sitemkâr söylemleriyle anasına ssleniyorlardı;

            “Maşallah! Hani pek de serpilip büyümüş.”

            “Kız Aliye!.. Bir gün kapını çalarız ha, kızını istemek için!” yollu konuşuyorlardı.

            Gel zaman, git zaman, Aliye'nin kapısını çaldı Sabriye. Yanında pala bıyıklı kocası, yetişkin oğlu olduğu halde. Tatlılar yenildi, kahveler içildi, söz yüzükleri takıldı, oyunlar oynandı, mahçup kıkırdanmalar eşliğinde uğrun uğrun bakışlar birbirine gitti geldi.

            Mülkiyet, komşunun oğlu Ömer'le sözlenmişti.

            Töre diyordu ki;

            “Söz bir Allah bir.”

            “Sözden dönülmez!”

            Nişan töreni yapıldı Mülkiyet'le Ömer'e.

            Çaldı söyledi konu komşu.

            Pahalı hediyeler getirdiler.

            Kız evi naz eviydi hani.

            Bir dediği iki olmadı Mülkiyet'in.

            Kızın anası Aliye, Babası Miktat pek de hoşnuttu bu ilgiden. Öyle ya, Sabriye, kocası Seyfi kasabanın hatırı sayılır toprak ağasıydı. İşletmeleri de vardı üstelik. En güzel lâhmacun lokantasında yapılır, çiğköfteler, kebaplar gırla giderdi. Işıl ışıl bir salon, burma bıyıklı, beyaz köynekli garsonlar dirseklerine dek çemreli kollarıyla kuğu kuğu gezer, şehirli şehirli konuşurlardı. En çok da;

            “Büyrüüünnn!” demeleri hoşuna giderdi  Miktat'la Aliye'nin.

            Çatalla kebap yemeleri, peçeteye sarılmış lâhmacun dürümleri üstüne ayran ya da gazlı gazlı içecekler içip geğirmeleri, dişlerini kürdan denilen inceltilmiş bir tahta parçasıyla karıştırmaları çok ama çok hoşlarına giderdi. Hele, dünürleriyle birlikte lokanta kapılarına dek uğurlanırken şefgarson denilen o adamın siyah ceketinin önünü ilikleyip, sağ eliyle şöyle bir referans yapıp uğurlaması yok muydu; hepsine değerdi doğrusu.

            Adam yerine konuluyordu Miktat, adam!

            Kadın yerine konuluyordu Aliye, kadın!

            Çatır çatır çatlasındı artık konu komşu, dost düşman kim varsa. Çatlasın, patlasındı! Damat, Mülkiyet'i görürüm bahanesiyle tomafille getirirdi evlerine dek. Mülkiyet, pencereden uğrun bakışlı ürkekliğine bürünüp, kuğu kuğu süzülüşlerine şöyle bir havalanırdı. Kirli sakallı damat, bir göz ucu bakışını kaçamak kaçamak dolaştırırdı, evin pencerelerine, kapısına.

            “Buyur damat!” demesini beklerdi Ömer de, demezdi Miktat öyle;

            “Gel de bir gayfe yapsın Mülkiyet sana!” diye, kaynatası olacak mendebur. Kızgın kızgın, şişik şişik öfkelenirdi de hani belli etmezdi Ömer. Yanağının öfke kızarıklığı gözüne yürüse de her zaman böyle hallerini dizginlemişti. Saygıdandı canım. Ah bir bilseydi kaynatası, kaynanası, hatta Mülkiyet bile; bedeninden su yürüyünce tepesinden fışkırık fışkırık fışkırdığını.

            “Nerden bilecekler!” diye düşünürken Ömer;

            “Deyyusun törettiğine bak!” diye, yarım ağızlı mırıldanmayla birlik, azarlayan kaş çatımı bir bakışla kaynata Miktat;

            “Dizgini sıkı tutulmayan azgın atı bir koyverirsen var ya!” diye öğütlerdi kendi kendini.

            Mülkiyet, perdeyi aralayıp izlemekteydi anasını, babasını, nişanlısını. İçi içini yese de kızlar öyle ana, babalarının yanında pat diye çıkmazlardı yavukluların karşısına.

            Töre, böyle buyuruyordu.

            Hem, yavuklu da neciydi?

            “Yavuklu da neci?” diye düşündü Mülkiyet. Kirli sakallı Ömer'i tepeden tırnağa süzdü. İlkti böyle alıcı gözle süzmesi. Usundan, şimşek hızıyla geçti öğretmeninin sözleri geçti.

            “Adın ne senin?” diye sormuş, belikli  saçının ucunu tutup oynayarak başını eğmiş;

            “Mülkiyet!” demişti.

            “Ne?!”

            “Mülkiyet!!”

            “Kim koydu bu adı sana?”

            “Anam, babam, bir de mahallenin hocası koymuş!”

            “Mahallenin hocasının ne işi var?”

            “Dua okuyup üç kerre, adımı kulağıma fısıldamış!”

            “Yaaa!”

            Anasını, babasını çağırıp, öğretmenler odasında şöyle söylediğini duymuştu Mülkiyet; kapı aralığından duyduğu kadarıyla;

            “Mülkiyet nedir?”

            “?!”

            “Mülk kimindir?”

            “Allah'ındır!”

            “Mülk, parasını verip, mülkü satın alanındır; buna da mülkiyet edinme denir!” dediğini, ana ve babasının susup odadan çıktığını, kendinin de bir dolabın ardına sığınıp kimsenin görmediğini, böylece konuşulanlardan habersiz olduğunu sanmaları için oralı bile olmamayı yeğlemeyi seçmiş, uğrun uğrun mülk ve mülkiyetin ne olduğunu sormuş durmuştu başkalarına. İşte, bu durum, adının ne olduğunu hele ki bedenindeki fiziksel değişimlerden ötürü töre gereğince okuldan alınıp arkadaş, sokak oyunları, insan ilişkilerine ana, baba, hısım, akraba, söz kesildikten sonra da Ömer'in kendisi, Ömer'in ana babasınca töreyi öne sürerek sınırlama getirmesi, beyninde mülkiyet kavramı hakkında hayli çapraşık sorular oluşturmuştu.

            “Mülk nedir?” diyordu, evine gelen kızlardan birine.

            “Babama sorayım!” diyordu kız arkadaşı.

            “Mülk, karşılığında para verilerek alınan mal imiş. Babam öyle dedi!” diyordu kız arkadaşı, Mülkiyet'e. Öğretmeni, adını sorduğunda kendisine, dudağını büzüvermişti, hiçbir şey söylememiş;

            “Git.” demiş, ertesi gün de çağırmıştı ana, babasını. Sonrası belliydi, alınmıştı okuldan.

            Bütün kasaba, mülk edinme partutuşluğu yaşarken Mülkiyet, mülkiyetlik hakkını kendinde görmenin bedel ödemeyle olasılığını Ömer'de denedi. Şöyle ki; bir gece ıslık çalarken gezinip duran Ömer'i fısıltılıca çağırdı Mülkiyet;

            “Ömer!”^dedi.

            “Hıh!”

            “Bana bir cep telefonu alsana!”

            “Niye ki?”

            “Haberleşir, dışarda buluşuruz!”

            “Hay aklınla bin yaşa sen Mülkiyet!”

            Her buluşmasında bir kolye, yüzük, küpe aldırmaya başladı Mülkiyet. Tevir tevir kokular aldırdı. En çok gül kurusu kokusunu seviyordu Ömer. Gül kurusu sürünüp sürünüp çıktı Ömer'in karşısına Mülkiyet. Kadın teninin sıcak yumuşaklığında ne de baş döndürücü bir hava estiriyordu gül kurusu... Dünyalar onundu, takılar Mülkiyet'in...

            Aradan zaman geçti, Mülkiyet ortalarda görünmedi.

            Ana baba, kaynata kaynana partutuş oldu.

            Ömer de.

            Aradılar, taradılar, yoktu.

            Sordular soruşturdular...

            Mülkiyet, yanağında kırmızıya yakın bir allık, dudaklarından taşan bir cartlak kırmızılıktaki ruju sürmüş sürüştürmüş, yasemin kokusu saça saça Sayrısız AVM'nin ışıltılı ortamında, ayna ayna parıltılar saçan bir camekanda enine boyuna süzüyordu kendini. Telefonu çaldı.

            “Sayrısız AVM Şengördü Cafenin önündeyim!”

            Camekanın ayna ayna parıltısındaki görüntüsüne baktı.

            Daracık pantolondaki belirgin kadınsı hatlarını süzdü.

            Rujunu yenileyip, dudaklarını birbiri üstünde gezdirdi.

            Her şey tamamdı.

            Nefes nefese geldi bir genç adam. Kirli sakallıydı. Körük körüktü göğsü. Kadın sıcaklığı başını döndürdü ılık bir yasemin kokusuyla birlikte.

            “Cafeye girelim mi?” dedi, Mülkiyet.

            Girdiler.

            Oturdular bir masaya. Sandalyesini çekti, başı bandanalı garson. Saçı at kuyruklu, kulağında küpe vardı. Çok mu çok inceydi vücut eskizi; Mülkiyet'e mi öyle gelmişti!

            “Hoşgeldiniz!” dedi içini gıdıklayan bir ses tonuyla.

            “Hoş bulduk!” diye yanıtladı Mülkiyet. Göz göze geldi garsonla.

            Kirli sakallı genç kıskandı Mülkiyet'i. Ellerini uzattı. Çekti Mülkiyet, tutturmadı ellerini.

            Cebinden bir kutu çıkardı genç adam. Kirli sakalını bir daha sıvazladı;

            “Bu senin!” dedi.

            Sesi titrekti.

            Mülkiyet, mülkiyetlik hakkının bedelini görmek için sabırsızca açtı kutuyu;

            “Ooooo!” dedi;

            “Ooooo!”

Servet Koç
18.01.2022 17:44:40
Mehmet Doğan,gerçek olan,gerçekten yaşanan.. yine çok güzel yine yalın..ellerine emeğine sağlık. Sen yaz biz hep okuyalım.Selamlar.

YAZARLAR

  • Çarşamba 30.5 ° / 16.6 ° Güneşli
  • Perşembe 31.6 ° / 17.1 ° Güneşli
  • BIST 100

    9679,80%-1,37
  • DOLAR

    32,40% 0,03
  • EURO

    34,46% -0,02
  • GRAM ALTIN

    2487,23% 0,18
  • Ç. ALTIN

    4085,85% 0,00