İktidarımız her ne kadar büyüme naraları atsa da
gün gün yokluğa, yoksulluğa doğru hızla gidiyoruz.
1940- 42 kıtlığını anımsatıyor bana. O dönemi 4- 5
yaşlarımda yaşadım.
Yalnız ben miyim, rahmetli Abdurrahman Ünlü,
kardeşi Himmet Ünlü, Ali Mehmetle birlikteydik.
Abdurrahman Abi iki- üç yaş kadar büyüktü bizden.
Ona Abi derdik. Bize yardımcı da olurdu.
Günlük işlerimiz programlı gibiydi:
Sabah yemeğinde ( kahvaltı lafı yoktu) çökelekle
kavrulmuş ot, öğlen yemeğinde ayran destekli ot,
akşam yemeğinde yoğurtlu ot yerdik. Yoğurt erken
uyutuyordu. Zaten oynamaktan da hışımız çıkmış
olurdu. Bir yandan da mide ağrımıza iyi gelirdi yoğurt.
Midemizi yalamak ( bazıları yalamuk der) ağrıtırdı
Ha yalamağı yeniler bilmez. Çam Kabuğunun iç
yüzüdür yalamak. Baharın ağaca su yürür. O zaman
kabukları çok kolay soyulur.
Çam kabuklarının iç yüzü selüloz denen zar gibi bir
madde ile kaplıymış. Selüloz şekerliydi. Farklı bir tat.
Pekmezden başka tatlı tanımadığımız zamanlardı.
Onu bıçakla soyarak yerdik. Hazmı zor olmalıydı ki
sonradan midemizde bulantı başlardı. O gün tövbe de
etsek, sonraki gün gene yerdik. Çünkü aç idik.
Oyun oynayarak hayvan gütmenin yanında büyük
görevimiz, ot toplamaktı. Herkesin bir çuvalı, bir kör
bıçağı vardı. Gördüğümüz otu kazıp çuvala doldurmak
için kıyasıya yarışırdık. Çuvalını götüremeyen olursa
Abdurrahman Abi yardımcı olurdu.
Büyüklerin konuşmalarına göre o kıtlık yılı ilginçti.
Ekinlerin başak tutacağı zamanda hiç yağmur yağmamış.
Başak dönemini geçtikten sonra da alabildiğine yağmış.
Yani ekin kuruduğu için başak olmamış, ama alabildiğine
ot yetişmişti.
Sanki Tanrı önce yağmur vermediğine pişman olmuş
da sonradan göndermiş, ama geç kalmış. Ot ile kendisini
bağışlatmaya çalışışmış gibiydi.
Biz otun cinsini, yenip yenmeyeceğini bilmezdik. Otun
hepsi birdi bizim için. Akşam evde yere boşaltılır, Anamız
ya da Nibemiz “ şu bizim”, “ şu ineğin”, “ şu yaramaz”
diye diye ayırırlardı. Bazı zehirli otlar olurmuş, hayvan
onları bilirmiş. Gene de zehirli otlar obruğa atılırdı.
O arada Babam askere çağrıldı. İhtiyat askerliğiymiş.
Yiğit adamlara çıkarmış. Bizim köyden iki kişiydi. Diğeri
Akç’oğlu Mehmet Ali idi. Almanlara karşı gönderilmişler.
Çok geçmeden bir uçak gelmeye başladı. Küçücük bir
uçaktı. Biz deniz düzeyinden 100 m. Kadar yukarıda
dağda olduğumuzdan, uçağın üstünü görüyorduk.
Koyların içinde su yüzeyine yaklaşacak kadar alçaktan
uçuyordu. Belli ki bişey arıyordu.
Büyüklerin fısıltılarına göre denizin altında da bir
dünya varmış, oradan da gemi gelebiliyormuş. ( biz
denizaltıyı duymamıştık ki. Denizin altından kurbağa
ya da balık gibi bişey gelecek sanıyorduk)
Uçağın çok uzaktakileri vurabilen silahları varmış.
O yüzden uçağı görünce saklanmalıymışız. Biz de
saklanıyorduk. Uçak bazen sık geliyor, ot kazmamıza
engel oluyordu
Bir gün nerden çıktıysa bu uçakta Babamgilin olduğu
lafı yayıldı. Baba hasretiyle hemen inandım. Hepimiz
inandık. Artık uçağı sever olmuştuk. İçinde Babam vardı
ya. Arkadaşlar da “ Baban geliyor” diye bağırır olmuşlardı.
Ben de Babamın bizi görmeye geldiğine inanır, havalara
uçup el sallardım.
Çok sonraki yıllarda kız kardeşim “ Hiç uçağa bindin mi?”
diye sormuştu Babama. O da “ Hiç binmedim” demişti. Ama
ben inanmamıştım.
Demem o ki o yıllarda 2. Dünya Savaşı tüm dünyayı kasıp
kavuruyordu.
Bir o kadar da yağmursuzluğun yarattığı kuraklık felaketi
binmişti üstüne.
Bugünse kendi yarattığımız insanlık krizi yüzünden toplum
olarak, bir felakete doğru sürükleniyoruz.
Bu gidişle yeniden “ ot ve yalamak” günlerine dönebiliriz.
O nedenle, o yılları yaşamış deneyimli kuşak tükenmeden
kurslar açarak “ yoklukta yaşam” eksersizleri yaptırmalıyız.
Hem de bu pratikleri yaparken, Bakara Suresindeki ayete
uygun hareket ediyormuş gibi görünerek, Tanrıyı da bir güzel
kandırırız.
Görsün bir insanoğlunu sınamak neymiş
Mehmet BABACAN