“Ağalar verir yumuşu
Çağırın gelsin Omuş'u
Zavırlasın dursun bari
Gasıla inek komuşu”
Kimdir, necidir, nasıldır, neden adına Omuş denilmiş, kimse bilmez. Kimsenin umurunda da değildir, neden Omuş denildiği. Amma nasıl, nice biri olduğu kasabanın tarla ıssılarıyla, inekleri güden herkesin umurundadır.
Şöyle ki;
Kara kuru bir adam düşünün. Korkuluğu andırsın biraz. Bir de za'ar it düşünün. Hani havladı havlayacak, ısırdı ısıracak. Gözleri keskin kara. Atmaca, şahan, kartal karası. İşi gücü İmir'in itince ziv ziv gezmektir. Murtlu tepeden tutun, kasabanın güneyindeki, kasabayla birleşik ekin tarlalarına dek her yer ondan soruludur. Kayış kayıştır yüzü. Sahtiyenin koyu kahverengi, siyaha çalan, koyu mu koyu kahverengini sanırsınız ki yüzüne maske yapmıştır. Siyah gözlerindeki çelik siyahı, kartal bakışı, atmaca bakışı, şahan bakışına şıp diye uyumlu bir renk kaplamıştır yüzünü. Sahtiyenin koyu kahverengi nasıl ışıl ışıl parlarsa, yüzü de öylesine sahtiyen sahtiyen parlar.
Asri mezarlığın ardındaki Kalayç'oca, Kalayç'oca'nın altındaki yolun kenarındaki Çörtüllerin tarlası, kasabaya ışık sağlayan dev jeneratörlü santralden ta asri mezarlığa dek uzanan tarla; kartal yuvasını andıran, dişçinin portakal bakçasının bakçılığını yapan İbiş'in evinin hemen altından asri mezarlığa dek uzanan tarla kimindir, kimse bilemez. Bomboştu. Bomboş. Santral, santralin üstünde, kartal yuvasını andırır İbiş emminin evi, kasabanın son binalarıydı. Andırın caddesi, ipcileyin uzar, mezarlıktan sola yukarı, Murtlu Tepe'ye tırmandığında, tepenin alınlığında boz bir lekeymiş de, boz bir yaraymış da hiç iyileşmezmişcesine duran bozluk, yol bozluğudur. Koyu yeşil murt çalılarının arasından boz boz belli olur.Sülemiş'ten, kasabadan, hatta daha uzak yerden görünür bozluk. Sakar dananın alnındaki sakarlığı andırır.
“Ferid'ahmet Ferid'ahmet!
Hele beriye gel bir zahmet
Gasılların talan olmuş
Omuş'a buyursan yumuş”
Feride Ahmet, işte o santralin kaşısından, Çörtüllerin bakçasından tutun da asri mezarlığın dibine değin uzanan, Andırın caddesinin beri yakasında, derenin kenarındaki geniş arazinin ıssıdır.
Omuş uzun, kalın kiraz dalından, kızılcık kirazı dalından yapılma, kağnı mesesine benzeyen sopasını tüfek taşırcasına omuzuna atar, dağ namazından a'aşama'ça Göçmenler köyünden Murtlu Tepe'nin ardına dek gidip gelir. Gidip gelir de gözleri kartal kartal, şahan şahan, göz aklarında, kara elmas parıltılı, fıldır fıldır döner. Kahverengi bir karalıktır, yüzünün derisinin karalığı. Ağzı “O” durumundadır.
“Elinde kağnı mesesi
Önünde yemek kesesi
Nerelerden gelir sesi
Bu ses Omuş'un sesi”
Denir durur Tapu Tepesinden Göçmenler köyüne dek. Şabaplı köyü kuzeydedir. Oraları Omuş'un varlığını bilmez, sesini duymaz, hiç de umursamaz. Omuş, güney yönünün tarla bakçısı, koruyucusudur. İşi gücü yeni gasıla durmuş buğday tarlalarının nazlı gelince ığralanma zamanı inek, öküz, keçi, at, eşeklerin salyalı ağızlarından kurtarmaktır Omuş'un. Bir hayvan gasıla girip de şöyle bir dişleri arasına, dilini uzatarak yeşil yeşil ığralanan gasılı diline dolayıp, bir cayırtı koparıp keyifle çiğnemeyedursun! Alimallah Hopurcuların oradan yeldirir gelir de o ineğin, öküzün, eşeğin, atın, keçinin ağzından kapmak bir yana, boyun köküne öyle bir indirir ki; ossaat ayakları iki büklüm olup, ıkıverir hayvancağızlar. Öylesine güçlüdür kiraz dalından yapılma sopası.
Baharda başlardı Omuş'un gösterisi. Yaz gelende tarlalar sarı fireze kesende, sürülü nadasa bırakılanda kimse göremezdi. Sanılırdı ki yer yarıldı, yerin dibine, yedi kat yerin dibine gömüldü Omuş. Kara kuru bir adamdı. Asri mezarlık yolunun her iki yakası kalınlaşmış kenger, sertleşmiş buturak, çakır dikeninden geçilmezken, Tapu Tepesi'nin altındaki koyakta, Hopurcuların koyağında yeşil yeşil otlar, sabah zopurlarından nasibini alan bir hoşnutlukla, gün doğumuna salardı toplanan çiğ damlacıklarını. Dereler kururdu. Yazı, kavurucu sıcağa teslim edeliberi kimseler görünmezdi o yörelerde. Omuş da. Kasaba, cırlavık seslerinin cır cır öten, hiç durmayan seslerine boğulur kalırdı.
“Zopurunan zopurunan
Boydan boya hopurunan
Tarla açmış hopurcular
Ellerinde satırınan”
Tarlalar nadastan kurtulur da sürülür, biderler ekilince, bir de yağmur düşerse ekim ayında, birkaç santim olup da hayvan dudaklarının, iri dillerinin kavrayarak ağızlarına alma zamanına denk gelen bir zamanda Omuş, tarla sınırlarında görülürdü.
Uzun, zalım, hayın bir kovalamaca başlardı Omuş ile inek yayanların arasında. Kasabanın orta yerinde, bir zamanlar rüştiye mektebi olarak kulanılan, sonradan Şehir Oteli olan binanın ardı, Kör Hacı'nın nala ıslık çaldırdığı han, Omuş'un gasıl sabıkalı hayvanların mahpus edildiği yer idi. Oradan, sabıkalı hayvanlarını almaya gelenler, beş lira verirlerdi, mahpus hayvanlarını almak için. Söylenti odur ki ağalar da katkıda bulunurmuş, Omuş'un bekçiliğine. Buğdaydan buğday, arpadan arpa, paradan para...
Omuş...
Kasabanın geçmişinde yüzü sahtiyen ışıltılı, kahverengi koyuluğunda gezdi durdu.
Gezdi durdu.
N'oldu bilinmez, atıldı Omuş bir kıyıya.
Yaşlılıktan mıydı?
Makine devrinden miydi ne?!
Unutuldu gitti.
Kimdi, kimin nesi, kimin fesiydi...
“Omuş'um Omuş'tur benim
Yumuşum yumuştur benim
Hele bir yumuş verince
Keyifim gıcırdır benim...”
Ne yumuş, ne Omuş olsun ömrümüzde.
Olanın adı BARIŞ olsun!