Ahmet ERDOĞDU


13.11.2013 DEN 24.12.2014 YAZI VE RÖPORTAJLAR-3


EMEKLİ KURMAY YARBAY KÖPRÜLÜ´LÜ  ŞERİF(İLDEN)?İN     SARIKAMIŞ ANILARI (1)

 

Sarıkamış Anılarını yayıma hazırlayan Sami Önal, Şerif İlden´i şöyle anlatır:

Şerif Bey, 24 Şubat 1877´de bugün Makedonya sınırları içinde kalan Köprülü´de doğdu. Babası Hüseyin Avni Bey, Üsküp Düyun-u Umumiyesi´nde memurdu. Şerif Bey sırasıyla 1891´de Manastır Askeri Rüştiyesi´ni, 1895´te İstanbul Topçu Harbiyesi´ni bitirdi. Aynı yıl üsteğmen rütbesiyle Harp Akademisi´ne girdi. 1 Mayıs 1904´te kurmay yüzbaşı rütbesiyle Kafkasya Hudut 13´üncü Mıntıka Komiserliği´ne, 26 Mart 1907´de binbaşı rütbesiyle Erzincan Harbiye Mektebi topog­rafya öğretmenliğine atandı. İkinci Meşrutiyet´in (1908) ila­nından önce Genelkurmay Merkez Şubesi´nde görevlendiril­di. 12 Ocak 1909´da Belgrad  Ataşemiliterliği´ne, 5 Eylül 1912´de Genelkurmay 4´üncü Şube Müdürlüğü´ne getirildi. Balkan Savaşı çıkınca Batı Ordusu Kurmay Başkanlığı 2´nci şubede görevlendirildi. 1913´te Batı Ordusu´ndan gelen su­bayların kayıt ve tescilleri için oluşturulan komisyonun baş­kanlığını yaptı. 8 Ocak 1914´te Erzurum´daki 9´uncu Kolor­du Kurmay Başkanlığı´na atandı. Birinci Dünya Savaşı´na bu görevdeyken katıldı. 29 Ocak 1915´te Sarıkamış Cephesi´nde Ruslara esir oldu. Sibirya´daki esaret hayatı üç yıl sürdü. 1918 yılı ocak ayında İstanbul´a kaçarak Teşkilat-ı Mahsusa´da görev aldı. 31 Mart 1918´de emekli edildi.

Şerif Bey´i 1923´ten sonra diplomatik görevlerde görüyo­ruz. 1923´te Afganistan Ataşemiliteri, 1924´te Batum Şehben­deri, yine aynı yıl Selanik Şehbenderi, 1927´de Halep Konso­losu, 1929´da Dışişleri Bakanlığı İstihbarat Müdürü, 1930´da Hamburg Konsolosu olmuştur. 10 Aralık 1933´te birinci sınıf konsolos olarak merkeze alınan Şerif Bey 1934´te de istihba­rat şubesinde başkonsolosluğa yükseltilmiştir.

Şerif Bey başkonsolosluk görevindeyken 8 Şubat 1935´te beşinci dönem Kastamonu Milletvekili olarak TBMM´ye gir­miş, bu görevi 1939 yılına dek, bir dönem sürmüştür.

Merhum İlden´in 1939´dan sonraki yaşamı üzerine ne yazık ki herhangi bir bilgi edinemedik. Silahlı Kuvvetler de ki kişisel dosyasından ve TBMM albümlerinden üç çocuğu­nun olduğunu, Almanca, Fransızca, Rusça ve Sırpça bildiği­ni saptadık. Ancak tüm çabalarımıza karşılık çocukları, to­runları ve ölüm tarihi ile ilgili hiçbir bilgiye ulaşamadık.

Emekli Kurmay Yarbay Şerif İlden, yazdığı Sarıkamış´a ait kitapla ilgili olarak, bu konudaki düşüncelerini şöyle ifade etmektedir:

Sarıkamış´ı vukuatından yedi yıl sonra "Akşam" gazetesine tefrika ettirdim. Daha sonra kitap şeklinde bastırıverdim. Bu kitap Mondros Mütarekesi´nden önce bu memlekette yayım­lanamazdı. Mütarekeden sonra ise esir subaylarımızın dö­nüşlerini beklemeyi tercih ettim. Ancak bu sayededir ki cina­yetin bazı gizli izlerini bulup öğrenmek kabil oldu.

Sarıkamış kuşatma manevrası, Üçüncü Ordu´nun bu manevradan önceki bir buçuk aylık süre içerisinde Rusları toprağımızdan söküp atamaması yüzünden çıktı. İlk fikri İstanbul verdi. Üçüncü Ordu Komutanlığı üstü kapalı bir emir sayılabilecek bu fikri kabul etti ve yerine getirilmesi konusundaki görüşlerini Başkomutan Vekâleti´ne arz etti.

Bundan dolayı, kuşatma manevrası kararına Üçüncü Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa Hazretleri´nin tümüyle karşı çıktığı ve o nedenle görevini bırakmaya zorlandığı hakkındaki kanı yanlış olsa gerektir.

Benim fikrimce, bu kuşatma manevrası Köprüköy Savaşı´nın yapılması için Üçüncü Ordu Komutanlığının elinde­ki kuvvetleri tümüyle kullanmadığından kaynaklanan hata­nın zorunlu bir sonucu idi. Bu nedenle kitabıma ordunun seferberliğinden ve daha önceki dönemlerinden başlamaya gerek gördüm ve -bilmem niçin?- olayların akışı ile ilgili görüş ve eleştirilerimi de ekledim.

Bazen bir safhayı görebildiğim ayrıntılarıyla okuyucu­nun gözleri önüne sermek için, şöyle diyeyim, konu dışına çıktım. Bununla birlikte hiçbir zaman olaylarda rolü olan kişilere karşı saygısızlık göstermek gibi bir amaç izleme­dim. Herkes kendi zevkine ve takdirine göre kalem kullana­bilir. Bu durumda fark edemeyeceğim bir hataya düşmüş-sem kamuoyunun affını rica ederim.

Ben bu naçiz eserle halka, fedakârane teslimiyet göster­diği bir iki deneyimsiz komutanın ordumuzu, kendilerini yasal sorumlulukların dışında tutmaları yüzünden, ne ka­dar küstahlıkla kaza bela uçurumlarına attıklarını göster­mek istedim. Bu arada ordumuzun gelecekteki tarih kütüp­hanesine bir hatıra eklemeyi başardımsa bahtiyarım?

Bu olayı açıklamak için asıl nedenlerini incelemeye ge­rek vardır. Savaş alanı ve ordu hakkında yazılacak birkaç sayfa yazı bize gösterecektir ki Sarıkamış kuşatma manev­rası yine bizim kuvvetlerimiz, bizim komutanlarımız ve bi­zim erlerimizle iyi sonuca çevrilebilirdi. Elverir ki bu ma­nevrada iki muhalif ordunun sayıca ve nitelikçe değerleri düşünüldüğü gibi mevsimin ve çevrenin de etkisi düşünül­müş olsun. Eğer bu nedenler hakkıyla incelenip hesaba ka­tılsaydı Sarıkamış manevrası elbette parlak bir zaferle taç­lanır ve Erzurum vilayeti gibi memleketin en cesur savaş unsurunu çıkaran bir çevre Birinci Dünya Savaşı´nın ilk yı­lında düşman çizmeleriyle çiğnenmezdi?

Sarıkamış, o tarihi faciadır ki, bize verdiği güçsüz­lük yıllarca sürdü. Irak ve Filistin orduları bile bu facianın korkunç darbelerine uğradı. Devletin en seçkin ve en güçlü bir ordusu bir iki gün içinde sar­sıldı, yıkıldı, yerle bir oldu.

- Ordu mu zayıftı, düşman mı güçlü?

- Hayır! Düşman hiç güçlü değildi ve orduda göz­le görülür bir zaaf eseri yoktu.?

 

             Falih Rıfkı Atay, Akşam Gazetesindeki konuyla ilgili düşüncelerini şöyle anlatır:

 

"... Bugün, o hataların yıktığı memleketin harap ve türab enkazı üstünde, bize biraz hürriyet kazandırmak ve yalnız Anadolu ile İstanbul´u ve Edirne´yi kurtarmak için çarpışan Mustafa Kemal Paşa, Doğu Anadolu harap olmamış olsaydı ve eğer yalnız kumandan hatası yüzünden ölüp giden Türk­ler sağ olsaydılar bugün Yunanlıları denize dökmüş olacak­tı. Şimdi Mustafa Kemal Paşa, Hafız Hakkının muhterem mezarı ile arkadaşı Enver Paşa´nın ara sıra Doğu Anadolu harabeleri arkasından beliren hayaletine karşı yumruklarını sıkıp sorsa ve dese ki: "Dostlar, siz ne yaptınız? Türklerin yaşamak ve ölmek için vatana lazım oldukları gün bugün­dü. Doğu Anadolu´yu aradık taradık, o enkaz arasında bir insan ve bir iskelet çıkıyor. Bu kemik olan kahramanlar, bu­gün hürriyet ve namus için dövüşeceklerdi. Şu hürriyet ve namus mücahedesinde birisinin bile ölmesine güç razı oldu­ğumuz o ordularca Türk´e nasıl kıydınız?"

Yeni Adana Gazetesi 20 Kasım 2013 Çarşamba


EMEKLİ KURMAY  YARBAY KÖPRÜLÜ´LÜ  ŞERİF (İLDEN)?İN SARIKAMIŞ ANILARI (2)

                                        

Değerli okurlar, Yarbay Köprülü´lü  Şerif (İLDEN)?in Sarıkamış Savaşı ile ilgili anılarına kaldığımız yerden devam ediyoruz. Şerif Bey, anılarında askerlerimizi kış ortasında böyle bir savaşa zorlayıp, onları karlar içine gömdükleri için Enver Paşa ve onun yönünde hareket eden komutanlar için çok sert eleştiriler yapmaktadır. Biz bugün, Sarıkamış Savaşının son günlerine dönük değerlendirmelerini sizlere sunacağız.

22 Aralık 1914 günündeyiz. Keskin bir soğuk hepimizi titretiyor. Ayaklarımızın uçları çürümüştü. Erler şu koca ormanlar içinde bize yakacak bir kuru çam dalı bulamıyor­lar. Ateşimiz bugün pek sönük yanıyor. Öğleden sonra saat 14.00. Önümüzden birer birer geriye gidecek yük hayvan­ları geçmeye başladı ve tam bu sırada Tuğgeneral Hafız Hakkı Paşa geldi. Her insan duygularını saklayamaz. Hafız Hakkı Paşa da tam anlamıyla içten bir insandı. Ve yine her zamanki gülümsemesiyle bize Fransızca:

"Her şey bitti" dedi ve genel geri çekilme emrini not et­tirdi. Evet, her şey bitmiş ve yine burada da çam diplerinde, dereler içinde, karlar altında tatlı ve sonsuz bir rüyanın son­suz mutluluklarına kavuşan binlerce Türk´ün kanı ve canı onların öksüz çocuklarının gözyaşı pahasına milletin onu­ru, tarihi ve dini kurtulmuştu. Fakat şu çirkin hayattan bü­yük namuslarını şehitlik nimetiyle kurtaran binlerce zulme uğramış Türk´ün övündüğü hava içinde ve Sarıkamış or­manlarını bir büyü gücüyle büyülemiş ve kaplamış bir ya­rım kalmış isteği, bir şeyi kalmıştı. Bu dile, kaleme gelme­yen büyük bir şey geleceğin öz Türk çocuklarına sanki şöyle diyordu:

"Cinayet var, cani kimdir? Aramayacak mısınız? Hıyanet gördün, hain kimdir? Bulmayacak mısınız?"

Zavallı renksiz ve zayıf çocuk! Yalnız senin uğradığın fe­ci zulüm Allah´ın adaletini depreştirmeye, adaletin sabrını oynatmaya, sabrın sonunu getirmeye yeter. Sen işte o trajedi sahnesinin bugüne dek "Meçhul askeri" idin. Ve sonsuza dek mağduriyetin simgesi kalacaksın. Sen bugün altında yattığın çam ağaçlarından bir dal bile kırmadın. Onlar se­nin küçük mezarını sonsuza dek gölgelendirecekler.?

?Her şey bitti diyordu. "10´uncu Kolordu´nun Çermik yönüyle dağlar üstünden bir tek bağlantı yolu var, bu sa­bah keşfettirdim. Saat dörtte 10´uncu Kolordu geri çekil­meye başlayacak. Siz de bu yoldan çekilebileceksiniz. Rus­lar fark etmezler umudundayım."

Bu söz henüz bitmişti ki ileriden bir görüntü, telaşlı bir hareket görüldü. Dört beş er ellerindeki hayvanları acele acele çekmeye, adeta kaçmaya uğraşıyorlardı. Hafız Hakkı Paşa "Bu ne? Panik var!" dedi. "Şimdiye dek bu kolordu­nun askeri panik yapmadı. Şimdi ise ileride panik yapacak askerimiz kalmadı" cevabını verdik. Yedek olarak verilen bölüğe adam koşturalım dedik. Bölüğün geri çekilmekte ol­duğunu gördük. Ve bir sinema şeridi hızıyla geçen bu olay­lardan sonra bizim karargâh kurşun yağmuru altında kaldı. Kurşunlar ağaçlara çarptıkça patlar gibi ses çıkardıkları için Hafız Hakkı Paşa "Domdom kurşunu atıyorlar" dedi.

Fazla konuşmaya olanak kalmadı. Bir Rus avcı hattı 17´nci Tümen ile 10´uncu Kolordu arasındaki açıklıktan or­taya çıktı ve bizi şiddetli bir ateş altına aldı. Hafız Hakkı Paşa atına atladığı gibi kurşun yağmuru altında 10´uncu Kolordu´ya doğru çekip gitti. Acele ile kırbacını da İhsan Paşa´ya yadigâr bıraktı. Ben hâlâ Hafız Hakkı Paşa´nın bu kurşun yağmurundan nasıl kurtulduğuna şaşarım. Biz ilk patırtıyı geçirmek için 28´inci Tümen grubu tarafına çekil­mek niyetindeydik. Oradan gelen bir süvari düşmanın şimdi 28´inci Tümen´i tümüyle tutsak aldığını söyledi: Demek ki iş işten geçmişti. Geri çekilmeye karar verdikleri günde bu ani felaket bize yıldırım gibi etki etti. Acele ile cebimizdeki evra­kı ateşe attık. Kolordu karargâh bayrağını kırarak bezini yaktık. Ve üstümüze Rusça "Davranmayın teslim olun!" hitaplarıyla elde tabanca, çevresinde süngülü Ruslarla gelen bir düşman subayına teslim olduk. Herif bize ileri karakol postası sanmış. Tümümüzü subay elbisesiyle görünce ve he­le bir kolordu karargâhı komuta kurulu olduğumuzu anla­yınca mal bulmuş mağribi gibi sevindi. Bir türlü inandıramıyorduk. Çünkü bizde öyle bir komuta kurulu kılık ve kıya­feti kalmamıştı. Tam on bir günden beri şu ormanlar içinde kar üstünde, fırtına ve tipi altında yaşamaktaydık.Her şey bitmişti. Ruslara hekimler de dahil olduğu hal­de bugün 106 subay, yaklaşık 80 er, bir kırık top kundağı ve birkaç at teslim edilmişti. İşte 22 Aralık 1914 öğleden sonra saat 15.30´da 9´uncu Kolordu´nun genel kuvveti!

Ruslar ayın 23´üncü, yani geri çekilme emrinin ertesi gü­nü Divik´e girdiler ve 10´uncu Kolordu artıklarını Çermik´e doğru izlediler. Enver bilgisizlik ve inatçılığının hıyanetten beslenen dik kafasının etkisiyle on iki günden beri şu karlı dağlara ve büyük ormanlara gömdüğü binlerce bahtsız va­tan evladını çiğneyerek yalnız başına, dişlerinde kanlı salya­lar akan bir yılgın canavar gibi kaçtı.Kızakçı atlarına "deh!" dediği anda hürriyet kahrama­nı, Trablusgarp savunucusu, Harbiye Nazırı ve Başkomu­tan Vekili Enver´i Anadolu halkı sınır yollarında bir çuku­ra gömdü. Kızakla Sivas´a doğru kaçan hain, Türklük ve insanlık erdemlerinden soyunmuş, Almanya İmparatoru´nun ücretli yamağı, babasına ve kardeşlerine layık ol­mayan kanlı katil ve uğursuz bir herifti.

Yüksek rütbeli ve yüksek makamlarda bulunmuş bir ki­şi, Sarıkamış´tan söz edildiği zaman "Gençler orduya ko­muta ederlerse işte böyle olur!" diyordu. Oysaki ordunun gençleşmesi demek, Enver´in Başkomutan, Hafız Hak merhumun Genelkurmay İkinci Başkanı veya 10´uncu Ko­lordu Komutanı olması demek değildi ki. Ordunun genç­leşmesi bir zorunluluğun sonucu idi. Bu zorunluluğu Bal­kan Savaşı doğurmuştu. Ve hepimiz itiraf ederiz ki bu do­ğurma Enver hakkında bir düşürme oldu. Balkan Savaşı sı­rasında sorumluluğun anlamı çoğunlukla aşırılıkla lekeli­dir. Komutanlarının maiyetindekilerin çoğu sorumluluğu ondan korkmak ve ondan çekinmek anlamında kabul etti­ler. Yarın bir harp divanının karşısında cevap vermekte güçlüğe uğramama yollarını aradılar. Emirlerini bu olum­suz anlayışla düzenledi ve dağıttılar. Hatta birliklerinin harp ceridelerine eklemeleri gereken belgelerin asıllarını bi­le birçoğu ceplerinde sakladı, bir kelime bile görevlerine "özveri" dedikleri şeyden bir parçacık ekleyemediler. Onla­rın özveriden anladıkları ise zaten görev gereği bazı küçük erdemler derecesini aşmazdı. Bu durumlar ve bazı partici­lik ihtirasları ordu komutanlarının kolordularını düşün­dükleri gibi sevk ve yönetmelerine olanak bırakmadı, ye­nildik. Yenilgi üzerine, ordunun gençleştirilmesi gerekti. Sarıkamış´ta Enver, Hafız Hakkı merhum ise sorumluluğu büsbütün ters anladılar. Bunlar için sorumluluk, Balkan Savaşı komutanlarının anlayış tarzlarının tam anlamıyla tersidir: "Madem ki her istediğimizi yapabilecek bir du­rumdayız, her türlü sorumluluğu göze almalıyız. Kalkar­sak, yerlerine geçtiğimiz kişilere karşı açıklama yapma gücünü bulamayız" diye düşündüler. Bu kez de sorum­luluğun anlamı korkmamak ve çekinmemek oldu. Bununla birlikte sizi temin ederim ki Sarıkamış´ta ve ondan önceki aylarda sorumluluğun gerçek anlamını kavramış pek çok tümen, alay ve tabur komutanı bulursunuz. Bu da ordunun gençleştirilmesi sayesindedir.

Konu dışı olmasaydı size yalnız Çanakkale ve Galiçya´yı değil İnönü ve Sakarya´yı da tanık  gösterirdim. Tüm bu iyiliğe doğru belirtileri ordunun gençleşmesi üzerine komutanlıklarda meydana getirilen yeniliklerin açık sonuç­ları değil midir? En önemli bir nokta da Enver´in ruhsal kimliğidir. Ger­çekten devrim tarihimizde bu kadar önemli bir görev üst­lenen, ülkeyi -Berlin´den Selanik´e koşarak- 31 Mart trajedisinden çekip kurtaran ve şöyle eden, böyle eden bu genç, cesur ve özverili Enver, bu hain, bir cahil miydi?

Enver "hain" değildir. Yalnız büyük komutanlık konu­sunda, güçleri yerinde kullanma, değerlendirme denilen önemli erdemden tam anlamıyla payını alamamıştır. Biz buna halkın ve erlerin Türkçesiyle "hain adam" deriz. Acı­mak komutanlar için bir ahlaki erdem anlamında değil, ge­rekli olan bir sanat kavramıyla düşünülmelidir.

Enver cahil´dir. Kuşak olarak Enver başkomutan ol­duğu zaman, gerçek bir başkomutan yanında ikinci derecede kurmay subay olabilecek yaştaydı. Akıl ancak dâhi yaratılmış seyrek insanlar için yaşta değil baştadır. Oysaki Enver dâhi değildir. Öyle ise Enver nedir? Enver hastalıklı bir hayalet, hırslı bir şöhrettir. Fakat en farklı ve seçkin özelliği bir ihtilal bağımlısı olmasıdır.

Savaşın başlangıcından itibaren olaylar Enver´i büsbü­tün çileden çıkardı. Başkomutanlık makamına geçince işin büyüklük ve genişliği onun dar kafasının kavrama çembe­rini çatlattı. Sağa sola saldırmaya ve tüm maiyet komutan­larını korkaklıkla suçlamaya yöneltti. Sarıkamış trajedisin­de gerçekten, eylem halinde yakalandı. Kendinden uzak tutmak için işi yalancılığa, aldatmaya ve iftiraya döktü. Sonra çok da zengin olmuş dediler.

Enver devlet işleriyle ilgili her girişime atılırken belki can atarak "Aman batıyor, kurtarayım!" demiştir. Fakat girişimi başarısızlığa uğrayınca sadece basit bir dudak büküşüyle "Zaten batacaktı, battı" deyip geçtiği ise kesindir.

Gelecek kuşaklara ibret olsun ki biz tüm millet, yanlış yaratılmış bir adamın arkasında kurtuluş aradığımız için feleğin dediği güne düştük.

Tarihlere ant olsun ki büyük bir Türk ordusu bilgisiz ve deli komutanının hırsıyla yüksek dağlar üstünde kara kışın tipisiyle yüzyılların düşmanının güllesi ve kurşunuyla uğ­raşa cenkleşe ulusal bağımsızlık uğruna tümüyle mahvoldu da bir eri sırt çevirmedi. Sarıkamış´ta hiç panik olmamıştır.

 

Vaktiyle Sarıkamışlı bir ihtiyarın söylediği şu sözler, tarihimizde Sarıkamış Harekâtı olarak bilinen facianın boyutlarını özlü bir biçimde yansıtıyor. ?Buradan o dağlara baktığımızda, üzerine kar düşmüş çalılıklar görürdük. O çalılıkların, kurda kuşa yem olmuş askerlerimizin kemikleri olduğunu oraya gidince anladık."

Yeni Adana Gazetesi 27 Kasım 2013 Çarşamba                                                                                               


YEDEKSUBAY HALİL ATAMAN´IN SARIKAMIŞ ANILARI      (1)

 

Değerli okurlar, bu hafta sizlere Birinci Dünya Savaşı Cephelerinde çarpışan binlerce üniversite öğrencisinden biri... Cepheden esarete tüm hissettiklerini sıcağı sıcağına kayda geçen bir yedek subay Halil Ataman´ın anılarını sunuyoruz.

 

Halil Ataman (1888-1992) Niğde´ye bağlı Bor´da doğdu, İlk ve orta öğrenimini burada tamamladı.Önce Kayseri´de sonra Konya´da bu tahsilin ve zamanının gereği "askerlik imtihanları" adı verilen imtihanlara girdi. En son olarak Konya´da 1330 (1916) yılın­da imtihanlara girip başarılı olduktan sonra, aldığı ani bir kararla doğruca İstanbul´a üniversite tahsili için gi­der. Burada ne tahsili yapacağına karar veremediği için çeşitli mektepler üzerinde incelemeler yaparak nihaye­tinde Kuzat Mektebine (kadılık/hukuk fakültesi) kayıt yaptırdı.

İstanbul´daki Kuzat Mektebi´ne (hukuk fakültesi) kaydolduktan kısa süre sonra askere çağrıldı ve 24 Ağustos 1914´te orduya katıldı. Temel eğitiminden sonra kendi isteğiyle Doğu Cephesi´ne yedek subay olarak gönderildi. 7 Ağustos 1916´da Ruslara esir düşerek Sibirya´da esir kampına gönderildi. 25 Ağustos 1922´de uzun ve maceralı bir yolculuktan sonra İstanbul´a döndü. Memleketine uğramadan, ata mesleği dericiliği çağdaş yöntemlerle öğrenmek üzere Ekim 1922´de Almanya´ya gitti. Burada eğitimini tamamladıktan sonra Mayıs 1923´te Bor´a döndü. Kendi isteğiyle gittiği Doğu Cephesi´nde de, Ruslara esir düşüp gönderildiği Sibirya´da da, Vladivostok´tan Hint Okyanusuna ve Akdeniz´e süren maceralı dönüş yolculuğunda da, evine kavuşmaya ramak kalmışken ikinci bir esaret yaşadığı İtalya´nın Asinara adasında da yazmaya devam eden ve Doğu Cephesi´ndeki yokluklardan Enver Paşa´nın ziyaretlerine, çekilen sıkıntılara kadar her şeyi harp ve esaret defterlerine tüm ayrıntılarıyla yazdı. 

 

Şimdi, Halil Ataman´ın yazdıklarını hep birlikte okuyalım.

1915 Şubat´ının 14. günü öğleden sonra şu emir geldi: ?Kafkas cephesine 60 efendi gönderilecektir. Efendiler­den Şark cephesine gönüllü olarak gitmek isteyen varsa isimlerini hemen kumandanlığa bildirsinler, istenilen miktarda efendinin müracaat etmemesi halinde, bilmuayene şark iklimine elverişli olanlar seçilerek gönderileceklerdir.? Maçka´dan üç Niğdeli ve ben, bir Borlu, ayrıldık ve gönüllü yazıldık. Bize bakarak, bizim mürettep bölükten 30 kişi gönüllü olarak çıktı ve yazılıverdiler. Diğer taburlardan müracaat edenlere kapandı diye cevap verilmiş. Demek ki istenen miktar tamamlanmış; o gün akşamdan önce yazılanların isim listeleri ilan olundu.

Akşamdan sonra gelen ikinci bir emirle, ertesi gün öğleden önce, bütün mürettep bölüklerin Harbiye´de havuz başında toplanmaları ve toplu bir kıta halinde Harbiye Nezareti´ne gidecekleri ve oradan da mürettep mahallerine yollanacakları bildirildi.

Şubat 1331 (1915) tarihinde verilen emre göre önce, Harbiye Mektebi´nde havuz başında top-Kıyafetimiz seferberlik hali ama silahımız yok. Kumandanı Alman Rabe önde ve at üstünde, saat ikide Harbiye-Taksim-Beyoğlu-Bankalar caddesi ve Karaköy ve Köprü yoluyla 500 kişilik çelikten, her Türküm diyene güven ve gurur veren azametli ye­nilmez kıta, muntazam bir yürüyüşle hafiften çiseleyen yağmur altında, ortalık karanlık olmadan Harbiye Nezareti´ne geldik. Buraya gelince, "Kafkas cephesine ay­rılan arkadaşlar buraya ve beni takip edin" diye bir ses yükseldi. Bu sesle birlikte hep birden ok gibi yerimizden fırlayarak o sesin etrafında toplanıp takibe başladık. Bir yere geldik, açılan kapıdan içeri girdik. Geldiğimiz bu yer, Bekir Ağa Bölüğü denilen yerdeki bir cami imiş. Burada çoktandır insan yüzü görmemiş, son derece aç pirelere oldukça hatırı sayılır bir kan ziyafeti verdik; ne kadar uğraştıksa da bunlardan yakamızı kurtaramadık. Bereket versin bu arada bizleri, isim isim çağırmaya başladılar. Ben de çağrıldım. Vardığımız dairede bir he­yet huzurunda her birimize yirmi üçer mecidiye ve do­kuz kuruş harcırah verdiler. Ve bu tevziat epeyce sürdü.

             CEPHEYE HAREKET EDİYORUZ...

Sonunda, "Haydi hazırlanın!" diye konuşan bir zabit göründü. Çantaları omuzladık ve aynı zabitin, "Beni takip edin!" komutuyla çift kol nizamında Harbiye Nezareti´nin Doğu kapısından çıkarak köprüye geldik. Bi­raz bekledikten sonra köprü açıldı, yürüyerek rıhtıma indik. Bizi bekleyen yandan çarklı bir vapura bindik, henüz sabah olmamıştı. O asırdide, ihtiyar vapur yavaş yavaş gıcırdaya gıcırdaya bizleri karşıya, Haydarpaşa limanına yıktı. Bu sırada güneş altın rengi saçlarını yeryüzüne yayarak aydınlatmaya çalışıyordu. Görelim bakalım altın renkli saçlarıyla karanlıkları kovmaya çalışan ve yarınlarımızı aydınlatacak olan bu güzel bize neler gösterecek ve neler tattıracak? Ve dünyamız ne ve nasıl olduğu bilinmeyen nice meçhullere ve inmezlerin karanlıklarında uzanan ne gibi maceralara sahne olacak? Ey güzel yüzlü, altın saçlı, bütün dünyaya can veren tatlı yüzlü güzeller güzeli, bizlere gül ve gelecekler hazırla diye düşünüp yalvarırken, bize kılavuzluk yapan zabitin, "Allahaısmarladık, yolunuz açık olsun, iyi yolculuklar" sözleriyle daldığım âlemden  ve düşüncelerden sıyrılarak, kendi dünyamıza ve gerçeklerine döndüm. Tren hareket etti, bizleri de götürüyor ama nereye, hangi bilinmezlere? Hâlâ, "Haydi sizlere selametle!" diye söylenen uğurlama sözleri kulaklarımda çınlıyordu.

Şimdi anlıyoruz ki bizler, kendi kendimize bırakılmış, ihtiyarımıza terk edilmiş, şuurlu, yetkin, kendine inanılır, şahsiyetli ve yurdu için kendi varlığını feda etmekten kaçınmayan, dört başı mamur bir topluluk olarak kabul edilmiştik. Ne büyük bir mutluluk! Biz de bu inanca mukabil, irade istiklali içinde milletimizin emrindeyiz. 18 Şubat 1331 tarihinde (1916) trenimiz Konya´dan Karaman ve Ereğli istikametinde yol almaya başladı. Karaman ve Toros´lara yaklaştıkça arabacı, kara yolculuğu lafları dolaşmaya başladı. Tam öğle vakti, Toros´ların içinde gömülmüş olan Ulukışla´ya geldik ve vagonlardan indik. Böylece tren yolculuğumuz sona ermişti. Buradan bir atlı araba tutarak Niğde, Kayseri, Sultanhanı, Kayadibi ve Sivas vilayetine ulaştık. Sivas´tan sonra Zara, Suşehri, Erzincan ve nihayet 1 Nisan 1331 (1916) tarihinde Erzurum´a gelebildik. 2 Nisan günü Ordu dairesinde kuralarımızı çektik. 10. Kolordu 32. Piyade Fırkasına tayinim çıktı. Kolordu karargâhına uğrayarak Narman´daki Tümen karargâhına ve oradan da 94. Alaya giderek 15 Nisan´da bölüğümü resmen teslim aldım.

Yeni Adana Gazetesi 4 Aralık 2013 Çarşamba


YEDEKSUBAY HALİL ATAMAN´IN SARIKAMIŞ ANILARI      (2)

 

Değerli okurlar, bu hafta sizlere Bi­rinci Dünya Savaşı Cephelerinde çar­pışan binlerce üniversite öğrencisin­den biri... Cepheden esarete tüm his­settiklerini sıcağı sıcağına kayda ge­çen bir yedek subay Halil Ataman´ın anılarının 2. kısmını sunuyoruz.

 

Halil Ataman ın İstanbul zabit karargâ­hından ayrılıp bölüğüne intikal etmesine kadar geçen süre 58 gündür. Yani iki ay. Bunun 20 gü­nü Sivas ve Erzu­rum´da kendileri­ni cepheye götü­recek araç bek­lemekle geçmiş­tir. 15 Hisan 1915´de 10. Ko­lordu 32. Piyade Fırkası, 94. Alay, 3. Tabur, 3. Bö­lüğünde görevi teslim aldığını belirtmiştik. Ha­lil Ataman ın tes­lim aldığı birlik, Allahuekber Dağları nın gazap ve hışmından ya­kasını bin bir | zorlukla kurtara­bilen 3. Ordu­dan artakalan 3´ü hasta, 22 asker, 16 tü­fek, 7 kürek, 3 kazma, 3 karavana 17 ka­satura ve bir miktar mermiden ibarettir. Rütbesi ise ?ihtiyat zabit namzeti1 Halil Ataman, göreve başladığı 15 ni­san 1915 tarihinden itibaren düşmanla savaşmaya başlar ancak üstün düşman kuvvetleriyle savaşırken ayağından yara­lanır ve 10 Haziran 1915 tarihinde hasta­neye yatırılır. 3 Ağustos a kadar bölüğünden ayrı kaldı. Dönüş karlı dağların zirvesinedir.  

 

?Tam zirvedeyiz. Bu yer öyle belalı ve amansız bir dağ başı idi ki, tam tepede öylesine yakıcı ve kavurucu bir fırtına es­mekteydi ki sormayın. Yüzümüze savur­duğu kar tanecikleri, mavzer kurşunu gi­bi değmekte ve bizlere göz açtırmamak­taydı. Bu yerde sabit ve hareketsiz dur­mak demek ölüm demekti. Askerlerime, "Eğer bu yerden sağ çıkmak istiyorsak ka­rın üstünde, kıyamette, fırtınada hiç dur­madan koşacağız, zıplayacağız, hiç ol­mazsa yerimizde sayacağız. Bunu yapar­sak hem sabaha sağ çıkarız, hem de va­zifemizi yerine getirmiş oluruz. Bu belalı yerde hareketsiz durmak ölümü çağır­mak olduğundan kimse şüphe etmesin. Haydi kardeşlerim, haydi kurtuluş ancak böyle yapmamızdadır" diye yalvarırcasına rica ediyorum. Aynı zamanda birbirimiz­den on metre bile uzaklaşmak yok. Şayet ayrılırsan bil ki yoksun, kayıplardasın. Çünkü kudurmuş gibi uluyan azgın tipi yok edecek canlı ve cansız arıyor. Maale­sef bütün çabalarıma rağmen bu imansız yerde, bir askerim dondu ve kaybettim."

Ben böylesine kaim kar tabakasını bu­rada gördüm. Bilmeyenler, burasını karın dolduğu bir boğaz veya bir yer olarak dü­şünebilirler. Fakat hayır, burası dar bir yer değildi ki rüzgâr buraya kar doldur- sundu. Burası dağın tepesinde, zirvede dümdüz bir yer, yaylası bir düzlük. Bu yerde gördüğüm iki metreden daha yük­sek kar tabakası beni şaşırtmıştı. Açılan yaya yolu 80 santim genişiiğindeydi. Bu geceyi, bu anlattığım zirvede ve kalın kar tabakasının üstünde geçirdik. Sabah ol­muştu, öğleye kadar yine istihkâmcılarla çalıştık ama faydası yok. Yine yerimizde saymıştık. Bulabilmek için cephane san­dıklarını boşaltıp yaktık, ama neremiz ısı- nabilmişti ki, belki ateşi görmekten dola­yı, psikolojik bir ısınma olmuştur, insa­noğlu çok tuhaf bir varlık, bu uçsuz bu­caksız dağ başlannda ünsiyeti artırdığı­mız kar artık bizi üşütmüyor gibiydi, san­ki dost olmuştuk. Ortalık ikindiye yaklaşı­yor güneş batıya doğru meyletti. Etrafa bakınırken gözümüze sırtımsı, meyilli bir yer ilişti. Bunu görünce buranın hem me­yilli, hem de sırt olması sebebiyle karın daha az olacağını düşündük. Hem de ga­yet güzel bir şekilde güneş alıyordu. Ora­ya gitmeye karar verdik. Düşe kalka, kar­lara bata çıka oraya tırmandık, haberleş­tik ve bütün tabur burada toplandık. Şimdi Karagöbek mevzileri­ne girdik. Fakat öyle bir müstahkem mev­kii ki sormayın. Hey... Başımızdakiler, siz­lere sesleniyorum! Bağırıyorum, haykırı­yorum! Kahrolun, Ulu Allah ın gazabına uğrayın ve geberin diyorum, namussuz herifler! Size soruyorum, müstahkem mevkii diye getirdiğiniz bu yerin, neresi müstahkem mevkii, nerenin kilidi? Ce- nab-ı Hakkin özene­rek halkettiği bu bu­lunmaz yerde, sa­vunma yerinde, hani ne var? Hazırladığı­nız siperler hani ne­rede? Bizleri buraya niçin getirdiniz, don­durmak için mi? Bu insafsız kışın ortasın­da, buraya niçin ge­tirdiniz? Hangi dulda ve hangi ıhdı (kuytu) yerde kalacağız? Ta­biatın özene bezene yarattığı, bulunmaz müdafaa kalesinde barınmak için ne yaptınız, barınak ola­rak neler hazırladı­nız? Gelin gösterin varsa böyle bir hazır­lığınız. Bütün yaratı­lanların laneti üzeri­nize olsun! Dilerim Allahtan, hem de te­zinden, belanızı bulursunuz. Bakın gö­rün, müstahkem mevkii diye getirildiği­miz bu belalı yerde, savunma hazırlığı di­ye bir tek şey yok. numunelik bir tane bi­le olsa hiçbir siper ve sığınacak yer olma­dığı gibi, ne ıhdı bir yer, ne de örtülü bir yer bulunmamaktadır burada. Şarkın her yerinde olduğu gibi bolca kar var.

 

ERZURUM´DA HASTANEYE YATIYORUM

 

Hastayım, ateşler içinde kıvranıyo­rum. Demek ki dayanabilmenin de, ta­hammülün de bir haddi varmış. Doktor geldi, teşhisi hummâyiracia. Derhal has­taneye kaldırılmam gerekiyor. Bir kağnıya bindirdiler, yamçıma sarındım, Erzurum´a gidiyoruz. 2 Şubat 1332 (15 Şubat 1916) akşam karanlığı çökmek üzere iken, İs­tanbul Kapısı na yakın üureba Hastane­sine geldim. Beni revire aldılar, bir de ya­tak verdiler. Koğuş çok kalabalıktı. Belki yirmi kişi vardı. Bu koğuş hastanenin dış kapısına yakın bir yerde, zemin katta idi. Sabah oldu, ne gelen var ne de soran. Doktor bir tarafa, kimseler yok ortalıkta. Kim kime, dum duma."

Bu arada Erzurum işgal edilme tehli­kesiyle karşı karşıya kaldığından, sevk edilebilen hastalar Erzincan´a nakledilir. Halil Ataman 29 Mart 1916 tarihinde has­taneden taburcu edilerek 6 Nisan 1916 tarihinde kıtasına tekrar geri döner.

 

ESARET HAYATI BAŞLIYOR

 

1332 yılının 25 Temmuz (7Ağustos 1916) gecesi son bulmak üzere. Vazife başında devriye geziyorum. Karasu´nun öbür tarafından ve epeyce gerimizden birkaç el silah sesi geldi ve canı yanan bi­risinin çığlığı, "Vay anam!" feryadı duyul­du, Kulak kesildim; sesleri ayırt etmek mümkün değildi. Silah sesleri de kesil­mişti. Şimdi ortalıkta hiçbir ses işitilmiyor belki iki ya da üç dakika sakin geçti. Tan karanlığı da ortalığa çökmüştü. İşte bu anda nereden çıktıkları belli olmayan, doludizgin Kazak süvarileri etrafımı sar­mış ve beni çember içine almışlardı. Bir taraftan da, " teslim teslim!" diye bağın- yorlardı. Çaresizlikle çevreme bakınır­ken, bir de ne göreyim, sağımda solum­da nöbette bulunanların hepsini topla­mışlar, benim bulunduğum noktaya geti­riyorlar. Şimdi bir esirdim ve hürriyetim bitmişti.

Bugün yazımızı Halil Ataman ın son sözleriyle bitiriyoruz.

"... O sorumlu insanlar ki kendileri­ni hiçbir zaman millet ve tarih önünde, huzurunda beraat ettiremeyeceklerdir.

Yeni Adana Gazetesi 11 Aralık 2013 Çarşamba


BİR TEĞMEN´İN DOĞU CEPHESİ GÜNLÜĞÜ         

Değerli okurlar, bu hafta sizlere bir Teğmen ile bir Onbaşı´nın anılarını sunuyoruz ve böylece Sarıkamış´la ilgili yazı dizimize burada son veriyoruz. Gelecek haftadan itibaren gazetemizin 96. Kuruluş yıldönümü dolayısıyla ?ADI YEMENDİR? adlı yeni yazı dizimize başlayacağız.

                                    TEĞMEN CELAL BEY´İN DOĞU CEPHESİ ANILARI

Celal Bey Birinci Dünya Harbinde Kaf­kas Cephesinde, Pasinler bölgesinde 28. Fırka´ya bağlı 83. Alay´ın 1. Tabur´unun 1. Bölük kumandanıdır. Defterde yazılanlar Mayıs 1915 tarihinde başlamakta ve Aralık 1915 ortalarına kadar gelmektedir.

Defter üç ana bölümden oluşmaktadır:  2 Mayıs´tan 6 Mayıs 1915´e kadar birlik Okomi´de (Pasinler´e çok yakın bir köy) bulunurken askere ve kıtaya yeni katılan acemile­re yaptırılan eğitim müfredatı ve Celal Bey´in düşünceleri; 6 Mayıs´ta birliğin buradan hareket ederek İd (Narman) civarında harp vaziyeti alması ve buradaki hareketleri es­nasında 29 Mayıs 1915´e kadar cereyan eden birlikler ara­sı yazışma suretleri; 6 Haziran´dan itibaren Celal Bey´in yazmaya başladığı hatıraları, cephede düşmana karşı yapı­lan bir harekâtta yaralanması, geriye sevk edilmesi ve Erzu­rum´da hastanede geçirdiği günler, 13 Aralık 1915 tarihine kadar gelmektedir.

83. Alay, Kafkas Cephesinde Ruslarla yapılan savaşla­rın çoğunda bulunmuş bir alaydır. 1. Dünya Savaşı´nda Doğu Cephesinde Ruslarla yapılan savaşlar, harbin hemen başından başlayarak oldukça geniş bir cephede, Rusya´nın ihtilal dolayısıyla birliklerini geri çekmesine kadar devam etmiştir. Belli başlı olarak: Sarıkamış (22 Aralık 1914-18 Ocak 1915), Tortum, Azap, Erzurum Savaşlarında (Nisan 1915 - Şubat 1916), Malazgirt ve Kılıçgediği Muharebele­rinde (Temmuz - Ağustos 1915) 83. Alay´ın adı önemli olaylarla anılmaktadır.

Günlüğün, Üsteğmen Celal Bey´in hatıralarını yazdığı kısım 6 Haziran 1915´ten itibaren yazılmaya başlanmıştır. Celal Bey Ruslarla girdiği bir çatışmayı anlatırken, bölük düzeyinde ufak bir birliğin muharebesini gayet detaylı bir şekilde tasvir etmekte, savaşın en alt birimlerde ne şekilde yaşandığını gözler önüne sermektedir. Bizde savaş bilgileri genelde üst düzey komutanların bilgi ve belgelerine dayalı olarak ele alındığından, Celal Bey´in günlüğü bir teğmenin kaleminden farklı bir perspektif sunmaktadır.

Celal Bey´in yaralanarak geriye alınmasını ve tedavi sü­recini anlattığı bölümler, Kafkas Cephesinde sıhhiye hiz­metleri ve yaralıların durumunu bütün çıplaklığıyla ortaya koymakta, günün gerçeklerini yansıtmaktadır. Son bölüm­de ordu içindeki çarpık ilişkilere yapılan göndermeler ve günlük işleyişe dair sitemkâr söylemlerin, savaştaki askerin ruh halini yansıtması itibariyle, cephe hayatının farklı bir yanına işaret etmektedir.

?Bizim hastanedeki terzihanede Ordu Kumandanı iki kaput, birkaç kat askeri ve sivil elbise yaptırdı ve yaptırı­yor. Diğerleri de aynı yolda.

Bizim hastane yalnız hastane değil, mezbaha, kavurma hane, dikiş hane. Özetle, bir alay hastanesi ile bir arada olmayacak işler bir aydan beri hastane bahçesinde yürütü­lüyor. Hastaneler için koyun kesilip kavurma yapılıyor. Medeni milletler mezbahalarını şehrin içine bile sokmaz­ken bizimkiler, Ordu, Baştabibinin rızasıyla hastane içeri­sinde koyun kesiyorlar. Müdür denilen zat, dalkavukluğu sayesinde kendinin çok iş gördüğünü anlatmak için olmayacak işleri üstleniyor. Sonra da hastalara bakmak yok. Kaşıklar pis, yemeklerin içerisinde her şey mevcut. Ordu Baştabibi Tevfik Salim Bey de hastane içinde yatıp kalkı­yor. Adam olamamamıza sebep arıyorlar. Gelsinler, vazifesizliği burada görsünler.?

ONBAŞI ALİ RIZA ETİ´NİN SARIKAMIŞ ANILARI

Ali Rıza Eti (1887-1950) Erzincan´ın Kemaliye ilçesinde doğdu. Eğin´in tanınmış ailelerinden Hacı Ahigiller´dendir. Babası 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı´na (´93 Harbi) binbaşı olarak katıldı. Ali Rıza Efendi rüştiyede okudu. Birinci Dünya Savaşı başladığı sırada Eğin´de ticaretle uğraşıyordu. Sarıkamış Harekâtı´na seferberlik emriyle katılarak, ağabeyinin orduda sıhhiye müfettişi olması nedeniyle 102. Alay´ın İkinci Taburu´nun, Sıhhiye Bölüğü´nde onbaşı olarak görev yaptı. 3 Ağustos 1914-18 Şubat 1915 tarihleri arasında tuttuğu günlüğü, Eğin´den, Doğu Cephesi´nin Erzurum kesimine uzanan yürüyüşüyle, kimi zaman Rus sınırının öte yanına dek uzanan cephe savaşlarına dair ilk elden tanıklıklar sunar. Hatıraları cephe gerisindeki gündelik olaylar bakımından da zengin ayrıntılarla örülüdür. Sarıkamış´tan döndükten sonra ikinci Dünya Savaşı´na kadar Diyarbakır´da devlet memurluğu yapan Ali Rıza Eti, 1939 yılında İstanbul´a tayin edildi. Vefatına kadar İstanbul´da yaşamını sürdürdü.

Onbaşı Ali Rıza Eti, anılarında şöyle serzenişte bulunur: ?15 Kânunuevvel Pazartesi (1914) Erkenden çadırın kapısındaki yalvarma ağlama sesleri arasında dışarı çıktım. On bir asker can çekişiyor. Ah bu soğuk, uğursuz soğuk, elimizden bir şey gelmiyor, hepsi de hemşeri.

Doktor da çıktı, baktı baktı da başını yumruklamaya başladı. Ağlıyor, "Ne yapayım oğlum ben de sizin gibiyim. Bu halleri düşünmeyip de bu işe teşebbüs edenler kahrolsun" diyor. Zavallılara hiçbir yardım edilemiyor çünkü malzeme eksik. Birer birer ölüyorlar. Bu manzaranın asabımda yaptığı tesirleri tarif edemem. Düşündüm ve kararımı verdim. Bugün ve yarın olacak olan harbe katılacağım. Belki arzu ettiğim ölüme kavuşacağım. Belki de hatıram burada bitecek, kim bilir dağlar başında bin bir güçlükle yazdığım hatıracığımı kim alacak, ihtimal çürüyecek.

Yok, yok inşallah bir ele geçer de okunur. Ve benim gibi bedbaht bir askere acırlar. Sevgilisinden uzak âşıklar gibi boyunları burulmuş Kafkas doruklarının eteklerinde, esaret zincirleri altında inleyen kardeşlerimi görmeden öleceğim?

 

Değerli okurlar, sizlere yaklaşık 8 hafta boyunca yanlış bir zamanda, yanlış komutanların idaresinde yaşayanların sonu hüsranla biten Sarıkamış savaşı anılarını yayımladık. Daha önceki haftalarda da belirttiğimiz gibi Sarıkamış Savaşında Osmanlı ordusu kayıpları 60.000 kişidir.

Biz her Aralık ayında Sarıkamış´ta donan askerlerimizin yasını tutuyoruz. Yazı dizimize son verirken, vatanları uğurunda Sarıkamış´ta kaybettiğimiz askerlerimizi saygı ile anıyoruz, ruhları şad olsun.

Yeni Adana Gazetesi 18 Aralık 2013 Çarşamba


ERMENİ SOYKIRIMI YOKTUR DEMEK ARTIK SUÇ DEĞİL

 

 

Değerli okurlar. Ermeni ko­nusuyla ilgili gerek İncirlik üs­sünün bulunduğu arazi için Amerika´da açılan dava ile ilgi­li gerekse soykırımın inkârını suç sayan Fransa için burada yazdığım yazılarımı hatırlarsı­nız. Son gelişmelerle birlikte Türkiye´nin bu konuda ne ka­dar hassas ve haklı olduğunu İşçi Partisi Genel Başkanı Do­ğu Perinçek´in Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde sonuç­lanan davası göstermiştir.

 

Doğu Perinçek, 2005 yılında İsviçre´nin Winterhur kentinde dü­zenlenen konferansta, "Ermeni Soykırımı emperyalist bir yalandır ve soykırım yapmadık vatanımızı savunduk" dediği için İsviçre mahkemesince (Ermeni Soykırımı İddialarını reddettiği gerekçesiy­le) 90 gün hapis karşılığı ve her günü 100 İsviçre Frangı olmak üzere 9 bin İsviçre Frangı para ce­zasına çarptırılmış ve mahkeme bu cezayı 2 yıl tecil etmişti. Ayrı­ca verdiği gerekçeli kararda, Er­meni Soykırımı iddiaları için " ta­rihi olgu" tanımını yapmıştı.

Avrupa İnsan Hakları Mahke­mesi, Doğu Perinçek´in 2008 de İsviçre aleyhine açtığı davayı 17 Aralık 2013 günü sonuçlandıra­rak, İsviçre´nin Avrupa İnsan Hak­ları Sözleşmesinin düşünce ve ifade özgürlüğünü güven altına alan 10. Maddesine hükmetti.

 

AİHM, AÇIKLADIĞI KARA­RINDA

 

 ?Hassas ve tartışmalı ko­nularda Fikir beyan etmek, ifade özgürlüğünün temel unsurların­dandır. Hoşgörülü, çoğulcu ve de­mokratik toplumu, totaliter yöne­timler ve diktatörlük rejimlerinden ayıran da budur? ifadesi kullanıldı.

 

AİHM´in gerekçeli kararında şu görüşler öne çıktı:

?Soykırım? ifadesi, bir grubu tamamen ortadan kaldırma ama­cı güdülmesi halinde kullanılabi­lir.

Yasal olarak tanımlanmış Soy­kırım mefhumunu kanıtlamanın kolay olmadığı aşikâr. Mezkûr olayla ilgili tarihi araştırmalar tar­tışmaya açık ve halen tartışılıyor. Bunun üzerinde uzlaşma sağla­mak mümkün olmayabilir.

Ermeni soykırımı iddialarım resmen tanıyan ülkeler de bunu inkâr eden şahısları mahkûm edebilecek ya da yaptırım uygula­yabilecek yasaları çıkartamadılar.

Bu ülkelerin bu konuda yasa çıkartamamasının temel hedefi, ifade özgürlüğüne saygı ve henüz açıklığa kavuşturulmamış konu­larda farklı düşünenlerin koruna­rak yapıcı tartışma ortamına katkı sağlanmasıdır.

Avrupa İnsan Hakları Sözleş­mesi, şok edici ya da  rahatsızlık verici1 ifadelerin dahi özgürlük kapsamında değerlendirilmesini öngörmektedir. Doğu Perinçek, Tehcir ve katliam yapıldığını hiç­bir zaman inkâr etmiyor. Fakat bu olayların soykırım olarak nitelendirilemeyeceğini söylüyor.

Bu yaklaşım Ermeni halkına karşı nefret oluşturma amacı taşı­maz. Dolayısıyla olayların mağ­durlarının tahkir edilmesi de söz konusu değil. Perinçek, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi tarafın­dan güvence altına alınan ifade Özgürlüğünü kötüye kullanma­mıştır.

Davayla ilgili İsviçre makam­larının belirttiği, "akademik cami­ada ve birçok ülke kanunlarında 1915 olayları soykı-ırım olarak ta­nınmaktadır" şeklindeki savun­ma doğru değildir. Dünya üzerin-ı- deki 190 ülkeden sadece 20 si soykırım iddiasını resmen tanı­mıştır.

AİHM, karar bağladığı Perinçek davasında, Hrant Dink in 2010 yılında sonuçlanan AİHM deki dava­sını emsal aldı. " Türklüğe haka­ret ettiği" gerekçesiyle yazdıkla­rından ötürü yargılanıp mahkum edilmesini " demokratik bir top­lumda gereksiz bir ceza" olarak değerlendirmiş ve Türkiye´yi mah­kum etmişti. AİHM, bununla bir­likte "demokratik bir toplumda tarihsel olaylar özgürce tartışılma­lıdır" hükmünde bulunmuştu.

Konuyla ilgili olarak Doğu Pe­rinçek, 19 Aralık 2013 tarihli Ay­dınlık gazetesinde, bu karala ula­şılan hedefleri şöyle açıklıyor:

1- "AİHM, Ermeni Soykırımı id­diasının Avrupa da tartışılmasını özgürleştirmiştir. "Ermeni Soykırı­mı emperyalist bir yalandır" sap­tamasını, düşünceyi açıklama öz­gürlüğü çerçevesi içinde karar bağlamıştır.

2- Ermeni soykırımı iddiaları konusunda gerçeği saptamak mahkemelerin ve parlamentola­rın yetkisinde değildir. Bundan sonra AİHM´nin kararı nedeniyle hiçbir Avrupa ülkesinin parlamen­tosu böyle bir karar alamayacak­tır. Alınan kararlar ise, artık huku­ken çöplüktedir.

3- AİHM, Ermeni olayları ko­nusunda soykırım oldu ya da ol­madı diye bir hükme varmadığını söylüyor. Bu da bizim tezimizdir. AİHM kararı Ermeni soykırımı id­diasının uluslar arası hukuktaki temelini yok etmiştir.

AİHM Kararları, Avrupa devlet­lerinde bağlayıcıdır. Yalnız yargıyı değil, Avrupa Konseyi üyesi olan bütün devletlerin yasama ve yü­rütme organlarını da bağlar. Bu açıdan sorun çözülmüştür, uygu­lama için hukuki dayanak elde edilmiştir.

 

Konuyla ilgili olarak İsviçre ba­sınında Bilick ve Heue Zürcher Zeitug gazeteleri "Hassas konu­larda özgürce fikir ifade etme özgürlüğü hukukun en temel özelliklerinden biridir. İfade özgürlüğü, demokratik ve ço­ğulcu toplumları, diktatör ve totaliter rejimlerden ayırır ve İsviçre hukuku AİHM nin bu ka­rarından ders çıkarmalıdır"

CHP Genel Başkan yardımcısı Faruk Loğoğlu, alman karar nede­niyle "Doğu Perinçek i kutluyor ve teşekkür ediyoruz" dedi.

MHP Grup Başkanvekili Yusuf Halaçoğlu " Önümüzde Ermeni iddiaları ile ilgili önemli bir dö­nem var. Bu dönemde bu karar işe yarayacaktır.

Emekli Büyükelçi Onur Öymen Bu karar " Soykırım yoktur" de­meyi suç olmaktan çıkartan bir hukuki zemin yarattı.

Konuyu toparlayacak olursak, ülkemizin Ermeni konusunda ka­zandığı bu dava 3. Mahkeme ka­rarıdır. Önceki kararlar, 8 Mart 2012 tarihli gazetemizde yazdı­ğım gibi: 1- Amerika da açılan İn­cirlik üssünün bulunduğu arazi ile ilgili yaklaşık 100 milyon Ame­rikan doları talepli davadır. Dava­ya son noktayı, San Francisco Temyiz mahkemesinin oy birliği ile aldığı " Dışişleri Doktrinine gö­re Federal yetkiye müdahale eden Eyalet yasaları etkisizdir" di­yerek dava açan Ermenileri hak­sız bulmuştur.

2- Fransa´da soykırımın inkârı­nı cezalandıran yasasının Fransa Anayasa Konseyince iptalidir.

Yukarıda işaret ettiğimiz Perin­çek kararı ve diğer davalar Erme­ni Emperyalist Soykırım ı yalanla­rına ülkemizin bütün kişi ve ku­rulularıyla hukuk yoluyla diren­mesi halinde kazançlı çıktığı ve çıkacağıdır. Haklı oldukları gerek­çesiyle dünyayı ayağa kaldırmaya çalışan Ermenilerin neredeyse 100 yıl önce olmuş olaylar için bu kadar zamanda uluslararası yargı­ya müracaat etmeye cesaret ede­memekte, nafile yere bir takım ül­kelerin parlamentolarından ülke­mizi suçlayıcı karalar çıkartmayla uğraşmalarıdır. Türkiye bu konu­da haklıdır, korkacak bir şeyi yoktur ve uluslararası hukuk­ta, olmayan bir soykırıma var diyemeyecektir.

Yeni Adana Gazetesi 21 Aralık 2013 Cumartesi

 

                                           YEMEN´E TÜRKLER MEZARLIĞI ADI VERİLDİ

 

Sayın Ahmet Erdoğdu, gazetemizde ya­yımlanacak olan yeni yazı diziniz

"GİDİP DÖNEMEYENLERİN HİKAYESİ:ADI YEMEN´DİR" konusunda sizinle bir söyleşi ya­palım istedik. Bizi bu konuda bilgilendirir­seniz seviniriz.

 

-Neden Yemen?

Yemen´i önce hepimizin dinlediğimizde içi­mizi yakan türküsü ile biliriz. Biraz daha araş­tırdığımızda görürüz ki türküsündeki gibi gidenin dönmediği, dönemediği, o zamanki Başkent İstanbul´a çok uzak bir yer. Ayrıca Yemen´i hep isyanlarla, ölümlerle gündeme gelmiştir. Ben de, gazetemizin kuruluşunun 96. Yılında bilinmeyen Yemen´ i okuyucularımıza anlatmayı , seçtim.

-Konumuza başlarken bu yazı dizisini ilkokul öğret­meninize adamanız dikkati­mi çekti. Önce oradan başlayalım.

İlkokul öğretmenim Arif Gannemoğlu ile okuldan me­zun olduktan 49 yıl sonra görüştük. Bana ilkokul 1. Sınıfta i iken yani 54 yıl önce okula gelen müfettişin ?sınıfta bir öğrenciyi kaldırın bana, ?baba bana bal al diye yazsın? dediği­ni, öğretmenimin de bunu be­nimyazmamı istediğini anlat­masıdır. Burada, ilkokul öğret­menim benim yıllar içinde unuttuğumbir olayı çok net bir sekilde hatırlıyor ve bana da hatırlatıyordu.Burada dikkat çeken öğretmenimin öğrenci­siyle ilgili bir anıyı bu kadar gü­zel bir şekilde hafızasına yer­leştirmiş olmasıdır.

 

-Gelelim Yemen´e

Yemen bilindiğigibi Kızıldeniz´in batısındaArap Yarımadasının Güneybatı ucunda, Hint okyanusuyla Kızıldeniz´i birbirine bağlayan Babül Mendep Boğazı´na hakim bir konumdadır. Yüzölçümü 550 bin metrekare, bugünkü nüfusu yaklaşık 25 milyon ve başkenti Sana dır.

-Yemen Osmanlı İmpara­torluğu topraklarına nasıl katıldı?

Yavuz Sultan Selim, 1514´te Çaldıran Savaşını kazandıktan sonra 1517 yılında Kahire´ye girdi ve Memluk saltanatına son verdi. O dönemde Yemen i Mısır´a bağlı Emir İskender yö­netiyordu. Emir İskender, padi­şaha bağlılığını ileterek padişah adına bir hut­be okuttu. Böylece Osmanlının Yemen sorunu da başlamış oldu.

 

-Yemen´de önce Portekizliler sonra İngil­tere, İtalya ve Fransızlara karşı verilen mü­cadelenin sebeplerinden bahsedermisiniz?

Osmanlı Yemen´e hep Kutsal toprakların (Mekke, Medine´nin) Hıristiyanların eline geç­memesi" noktasından bakmıştır. Yukarıda saydığımız devletlerle yapılan mücadeleleri yazı dizimize bırakalım.

Bu arada şimdilik söyleyeceklerimiz şöyle: Osmanlı Yemen´i idaresi altında tutabilmek için Yemen vilayeti ve 7. Orduyu kurmuştur. Yemen vilayeti, Asir, Hudeyde, Taiz, Cebel-i Hiraz san­caklarından oluşmaktadır.

 

Yemen de isyan edenler kimlerdi?

Yemen´de isyan genelde Müslümanlığın bir kolu olan ve Hz. Ali´nin soyundan geldikleri gerekçesiyle Osmanlı halifesini, halife kabul etmeyen Zeydi´ler kaynaklıdır.

 

-Biraz da Osmanlı´nın Yemen e gönderdi­ği komutanlar-  dan bahsedelim.

 

Osmanlı Yemen´e hakim olabilmek için, içinde Ahmet İzzet Paşa, İsmet İnönü, Rauf Orbay, Ali Fuat Erden, Ahmet Fevzi Paşa, 1909 Adana isyanını bastıran Mehmet Ali Bey, Kuyu- cu Murat, Kasap Osman gibi bir çok komutanlarını göndermiştir. Örneğin, İnönü Yemen´de 3 yıl kalmıştır. Bu arada İnönü hatıralarında da anlattığı gibi Klasik Batı müziğine olan sevgisi Yemen yıllarından kalmadır.

 

-Yemen olaylarında Adana´nın rolü nedir?

 

Adana gerek iklim özellikleri ve gerekse Karadeniz, Marmara ve Ege´ye göre yakınlığı itibariyle Yemen´e gönderilecekler için daha öncelikli olmuştur. Adana Redif tugayı, Yemen isyanları nedeniyle 3-4 yıl önce gönderilip döndüğü Adana´dan yeni bir isyan ile tekrar gönderilmiştir. Adana Tugayı içerisinde Mağara, Feke, Kozan, Misis taburları vardı. Genelde her tabur mevcudu 200 kişi kadardı.

-Pek Adanalı şehitlerimiz?

Konuyla ilgili olarak Mili Savunma Bakanlığı Arşiv Müdürlüğünden Yemen´de şehit olan Adanalıların ismi tespit edilenlerin bilgilerini aldım Bu bilgileri yazı dizimizde yayımlayacağız.

-Şehit konusu açılmışken gidip dönemeyenlerin sayısı hakkında ne dersiniz?

30/11/1921 tarihli İctihad dergisine göre bu sayı 1 milyondur. Ama genel kabul daha azdır. Burada dikkati çeken bir şeyi söyleyeyim. Yemen coğrafyasının 20. Yüzyıl başındaki adı ?Makbarat Al Etrek? yani ?Türkler Mezarlığı?dır.

-Bu konu açılmışken Yemen´de ölümler neden kaynaklanmıştır?

İşte şimdi can yakan soruyu sordunuz. Ben son senelerimi tarih araştırması yaparak geçirdim. Bildiğiniz gibi Ermeni konusunda bir kitabım ve 1. Dünya Savaşı sonundaki geçen yıl gazetemizde yayımlanan ?Belgelerle Mondros´tan Lozan´a ? adlı yazı dizim nedeniyle çok araştırma yaptım. Yaptığım araştırmalar sırasında beni bu derece yakan bir sorunla karşılaşmadım. Buna Çanakkale ve Sarıkamış savaşları da dahildir.

Yemen´deki ölümler konusunda şimdilik söyleyeceklerim şunlar:

VAPURLAR: Yemen´e askerler vapurlarla götürülür. Vapurların çoğunluğu uzun bir sefer için askeri birliklerin nakline elverişli değildir. Yemen´de askerler için hayvanlar da gerekli olduğu için askerlerle hayvanlar aynı vapurlarla seyahat ediyorlardı.

BESLENME: Karadeniz iskelelerinden toplanan askerler Süveyş Kanalında beklemeden geçerlerse 1 ayda Hudeyde limanına varırlar. İskenderun´dan binenlerse 12-13 günde. İşte bu askerlere verilen küflü peksimet, peynir ve zeytin nedeniyle yetersiz beslenmeden dolayı; Karadeniz´den çıkan bir gemi daha İstanbul´a geldiğinde ağır hasta 14 asker İstanbul´da. Beyrut´a uğradığında 50 Asker burada hastaneye yatırıldı. Kızıldeniz´in sıcağından Humma´dan 13 asker vefat etti. Hudeyde´ye vardığında 26 askerde orada vefat eder. Hudeyde´de birliklerine sevkine kadar 11 askerin daha vefat etmesiyle bir seferde gemideki askerlerden 64 asker hastaneye yatırılmış 50 asker vefat etmiştir.

Şimdi gelelim Hudeyde´den Sana yoluna. Burası bugün 217 Km´dir, bu yolu asker 5-6 gün gibi bir sürede alacaktır. Önce çöl sonra 2000 metrelik bir dağ çıkılacak tekrar inilecek ve tekrar çıkılacaktır. Yetersiz beslenme sonunda gücünün sonuna gelen asker o yokuşları çıkamayacaktır. Boşuna Yemen türküsünde ?Yolu yokuştur? denmemiştir. Netice itibariyle ölüm kesindir. Çölle dağ arasında günlük sıcaklık farkının 20 dereceyi bulduğu da göz önüne alınmalıdır.

SU: Yukarıda anlattığımız coğrafyada en çok ihtiyaç duyulan sudur.  Su hem az bulunan hem bulununca mikrop kaynayan bir nesnedir.

SAĞLIK PERSONELİ: Birçok birliklerde sağlık teşkilatında eleman yoktur. Toplu birliklerde doktor var ilaç yetersizdir. Verilecek hasta sayısı çok olunca o da biter.

AÇLIK: Yemen´de ölümlerin bir başka nedeni de açlıktır. Açlıkla ilgili olarak Hasan Muhittin Paşa şöyle diyor: ?1904-1905 isyanlarında açlıktan ölen askerlerin sayısı 5000´dir. Bunları mürekkeple değil gözyaşıyla yazıyorum?  Açlık nedeniyle birlikteki katırlar kesilmekte ancak askerin karavanasına giren et değil bunların kemikleridir. Çünkü subaylar etleri kendilerine ayırmaktadır.

Yemen konusunda buraya kadar anlattıklarımızda, isyanlarda ölen askerlerle ilgili bir husus bulunmamakta. Kısacası Yemen´deki askerlerimiz daha savaşmadan yollarda can vermektedirler.

Bu konuyla ilgili daha yazılacak ve söylenecek çok şey var ancak tüm bu olup bitenleri okuyucularımızla paylaşacağız.

-Yemen´le ilgili bize daha neler söyleyebilirsiniz?

Okuyucularımızın içini karartmamak için biraz da farklı konulardan bahsedelim. Yemen´i fethe gidenlerden Fevzi Paşa´nın işi uzayınca İstanbul Hükümeti haber salmış: ?Tez zamanda hakimiyeti sağlasın, imamı yakalasın, Yemen işini kökünden çözsün.? Emirlere sinirlenen Fevzi Paşa karşılık vermiş: ? Yemen imamı Kasımpaşa mahalle imamı değildir.?

Bir başka konu da Türkçemizde  ?Şapa oturmak? diye bir deyim vardır. Kızıldeniz´de Şap adaları vardır. Yöreyi bilmeyen kaptanlar, gemilerini bu adacıklara oturtur ve hareket edemez. İşte Osmanlı da Yemen konusunda şapa oturmuştur.

Yemenli ulemadan İbn-ül Hatip Cemalettin, 1911 yılında İstanbul´da yayımladığı eserinde ?Yemen vilayetinin teşekkülünden bugüne kadar, askerden, ahaliden bir kan seli akmaktadır ki, Şap denizini kanlı bir deniz yoluna çevirdi. Araplar tevekkeli bu denize Kızıldeniz dememişlerdir.?

Süleyman Kani İrtem, ??Türk kanını emen Yemen çöllerindeki askerlerin hali hiçbir tarafla kıyas edilmezdi. Bunlar dünyanın en talihsiz insanları idiler. Yemen, Osmanlı devletinin kanı durmayıp akan yarasıydı? Devlet oraya Türk´ün parasıyla beraber canını da akıtıp gitmiştir.?

Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı eserini şöyle bitirir: ?Yemen kahramanları ne yapıyor? Onlarla sulh vaktinden beri temas etmedik. Ara sıra Neccablar, uzak yerlerden köylere unutulmuş adamların sıhhat mektubunu getirir gibi, onlardan bize haber getiriyordu. Yemen´de harp edenler belki bizim bugünkü üniformalarımızdan, cephemizden, harplerimizden bile haberdar değildir. Yemen´i hiç bilmiyorum, belki güneşi Şeria güneşinden daha sıcak, çölleri Hicaz çöllerinden daha kuru, daha nihayetsizdir. Fakat bunun ne ehemmiyeti var? Her tarafta bir neslin kahramanları var. Kahramanlar için iklimler, düşmanlar, denizler ve karalar birdir.?

-Ahmet Bey, anlıyoruz ki anlatacaklarınız bitecek gibi değil. Biraz da bundan sonra yapacaklarınızla ilgili konuşalım.

Bu yazı dizisini hazırlarken bir taraftan da 15 yılı Afrika çöllerinde geçen emekli süvari bir yarbayın hayatını konu alan tarihi bir roman çalışmamı da sürdürmekteyim. Kısacası bir tarafta Yemen bir tarafta Fizan.  

Yeni Adana Gazetesi 23 Aralık 2013 Pazartesi


GİDİP DÖNEMEYENLERİN HİKÂYESİ

                                                      ADI YEMEN´DİR ? 1

NİÇİN YEMEN?

Çocukluğumdan beri ?Adı Yemen´dir, gülü çemendir? diye başlayan türkünün benim gibi çevremdeki tüm insanları derin bir acıya boğduğunu da biliyorum. Bu nedenle, ?Giden gelmiyor, acep nedendir?? konusunda derinlemesine bir araştırma yapmak da şart oldu. Bu haftadan başlayarak gidip dönemeyenlerin hikâyesini size sunacağım. Bu yazı dizisini ilkokul öğretmenim Arif Gannemoğlu´na adıyorum.

30.11.1921 tarihli İctihat dergisine göre Yemen´e gidip gelmeyen bir milyon kişidir (1869´dan 1914´e kadar 45 yılda). Bu sayı kabul görmemiş, genel kabul gören dönmeyen kişi sayısı 300 bindir. Bu nedenle de Yemen´e o coğrafyada ?Makbarat al Etrek?, yani ?Türkler Mezarlığı? adı veriliyor.

Bugünkü yazımızda Yemen´in tarihî ve coğrafî özelliklerine girmeden Adana ile olan ilişkisinden başlayalım.

YEMEN OLAYLARINDA ADANA VE ÇEVRESİNİN ROLÜ

Yemen olayları sırasında sık sık isyanlar çıkmaktadır. Bu isyanların ana nedeni Hz. Ali´nin torunlarından geldiklerini ileri süren Müslümanların Zeydi tarikatına dayanan halkın Osmanlı halifesini değil, kendi imamlarını halife olarak kabul etmeleridir. Bu isyanları bastırmak için Osmanlı İmparatorluğu devamlı surette Yemen´e asker göndermiştir. Adana´nın buradaki önemi ise; gerek iklim özellikleri itibariyle gerekse Osmanlı İmparatorluğu´nun Karadeniz ve diğer uzak bölgelerine göre Yemen´e olan yakınlığıdır. Karadeniz´den Yemen´e gitmek üzere yola çıkartılan bir gemi, Süveyş Kanalı´nda beklemezse bir ayda, İskenderun´dan çıkan bir gemi ise 12-13 günde Yemen´in Hudeyde Limanı´na ulaşmaktadır. Bu nedenle tercih, Adana ve çevresi olmaktadır.

Yemen´e gönderilen Adana Redif Tugayı, oradaki görevini tamamladıktan sonra döner. Aradan üç-dört sene geçince yeni bir isyanda başvurulacak adres yine Adana Redif Tugayı´dır. Adana Tugayı içinde Mağara, Feke, Kozan, Misis gibi taburlar bulunmaktadır.

Şimdi size Adanalı bir askerin Çakıtsuyu´nun üst tarafında köyündeki annesi Emine Bacı´ya yazdığı mektuptan bir kısmını sunalım:

?Ana,

Bir buçuk-iki aydır, iskeleden iskeleye uğraya uğraya birçok şehir ve denizler geçtik. Sonunda Yemen denilen yere geldik. Sıcağı gelin de burada görün. Elime mendil sarmadan martininin namlusunu tutamıyorum. Bir asker on dakikadan fazla nöbet bekleyemiyor. Yere düşüp bayılmadık kimse yok. Burada bir yudum duru su, altından pahalı? Rüzgâr bile kaynar su gibi neremize dokunsa haşlıyor. Araplar, askerin kanını şerbet sanıyorlar. Bizim köyün yarısı yollarda hastalanıp kaldılar. İçimizden ölen de yok değil. Kimse duymasın ya, Fatma gelinin kocası da ölenler arasında. Gece nöbet beklerken zavallının karnını Arap, hançeriyle açıvermiş. Canımızı kadere bağladık. Yarın erkenden Cebel denilen kuru, katı, dikenli, kumluk taşlık bir yere gideceğiz. Orada Araplar yine başkaldırmışlar??

YEMEN´DE SAVAŞMADAN ÖLENLERİN ÖLÜM NEDENLERİ

Yukarıdaki askerimizin annesine yazdığı mektubunda da belirtildiği gibi Yemen´e asker vapurlarla götürülür. Vapurların çoğunluğu uzun bir sefer için askerî birliklerin nakline elverişli değildir. Yemen´de askerler için hayvanlar da gerekli olduğu için askerlerle hayvanlar aynı vapurlarla seyahat etmektedir. Vapurlarda yemek pişirilmesi mümkünken, buna müsaade edilmemektedir. 

Beslenme konusunda askerlere verilen küflü peksimet: peynir ve zeytindir. Bu nedenle askerin yetersiz beslenmesinden dolayı uzun vapur yolculuklarında askerler hasta olmakta ve ölmektedirler. İlk iskele olan Hudeyde´de askerî hastane deniz kenarında fazla rutubetli bir ortamdadır. Hastaneye yatabilenler, temiz bir yatakta yatmaz, elbisesini değiştirmez, usulüne göre yemek yemez ise sonları ölümdür. Bu arada hayatta kalabilmek için hizmet etmesi için bulundurulan katır dâhil ne varsa kesilmektedir; ancak askerin karavanasına giren, kemikten başka bir şey yoktur. Yemen´de askerler ölürken açlıktan bir tek subay ölmemiştir. Açlıkla ilgili olarak anılarını yazan Hasan Muhittin Paşa, şöyle demektedir: ?Açlık, birçok facialara neden oldu. Tedbir alınmamış olması beş bin askeri açlıktan mezara gömdü??

Hudeyde´den başkent Sana´ya giden birliklerin çöl ve dağları geçmek, yokuşları çıkm

YAZARLAR

  • Cuma 24.9 ° / 14.2 ° Güneşli
  • Cumartesi 28.3 ° / 15.1 ° Güneşli
  • Pazar 28.3 ° / 15.7 ° Güneşli
  • BIST 100

    9079,97%3,10
  • DOLAR

    32,35% 0,15
  • EURO

    34,93% -0,09
  • GRAM ALTIN

    2322,96% 0,18
  • Ç. ALTIN

    3843,45% 0,00