YAZARLARA VE ŞAİRLERE SORDUK: BEHÇET ÇELİK
DÜŞÜNCE - SANAT VE TOPLUM 2.09.2021 11:42:00 1132 0

YAZARLARA VE ŞAİRLERE SORDUK: BEHÇET ÇELİK

Türkiye'de, yazmak isteyenler nedense hep yabancı edebiyatçıları örnek alıyor, onların deneyimleri üzerinden bir fikir geliştirmeye çalışıyor. Bu anlamda “Yeni Adana’da Düşünce-Sanat ve Toplum”  olarak bir eksikliği giderme çabası içine girdik. Değerli edebiyatçılarımızın katılımıyla kapsamlı bir bellek oluşturmaya çalışacağız. Yazar adaylarına yol gösterici olacağına inanarak… Bu haftaki konuğumuz kıymetli yazarımız BEHÇET ÇELİK…

 

Okuldan ödev verilmediği halde kendi kendime ilk kez öykü yazdığımda ortaokuldaydım. Doğrusu, bunu neden yaptığımı tam olarak hatırlamıyorum. Anlatacak çok önemli bir hikâyem olduğunu düşündüğümü zannetmiyorum, yazarlara özenmiş, öykünmüş olmalıyım. Kitap okumayı çok seviyordum, yazarlar çok önemli işler gören insanlardı benim için. Gene o yıllarda anı kitapları ve günlükler okumaya da merak sarmıştım. Bunlar da kışkırtmış olabilir. Türkçe öğretmenimiz Ertuğrul Karakoç’un da etkisi olmuştur, şairdi Ertuğrul Bey, sadece müfredattaki konuları anlatmaz, bazen şiirin neden insan hayatında önemli olduğundan söz ederdi. O sene derslerde bize her hafta bir edebi türü anlatmış, sonra da ödev olarak o türde bir şeyler yazmamızı istemişti – makale, öykü, söyleşi, deneme, fıkra… Benim yazdıklarımı beğenirdi, bir keresinde, yazma işini ciddiye alırsam ileride iyi bir yazı hayatım olabileceğini söylediğinde çok sevindiğimi hatırlıyorum. Bu kendi başına da çok onur verici bir övgüydü, ama önceki yaz Aziz Nesin’in çocukluk ve gençlik anılarını içeren Böyle Gelmiş Böyle Gitmez’ini okumuştum, askeri okuldaki bir öğretmeni de böyle bir şeyler söylemiş Aziz Nesin’e. Benzer bir övgü haliyle beni havalara uçurmuştu.

Şanslıydım, o yıllarda Adana Anadolu Lisesi’ndeki iki Türkçe öğretmenim de edebiyatı seven ve sevdiren öğretmenlerdi. Ertuğrul Bey’in yanı sıra Emine Çetiner öğretmenimin de adını anmalıyım. Ama esas şansım anne ve babamın kitap, dergi okuyan insanlar olmasıydı. Evimiz kitap doluydu, kitapların yanı sıra babamın 1950’lerden itibaren takip ettiği dergilerin koleksiyonları da vardı; Varlık, Türk Dili, Yeni Dergi, Yeni Ufuklar, Yazko Edebiyat gibi. Halihazırda yayımlanmakta olan edebiyat dergilerinin bir kısmına da aboneydi babam. Uzun, sıcak ve sıkıcı Adana yaz günlerinde bu dergileri karıştırmak, okumak beni edebiyata daha da yakınlaştırmıştır. Edebiyat dergilerini takip etme alışkanlığını da o yıllarda kazanmışımdır. Bu arada şunu da söylemeden geçmek istemem. Annemle babamın avukatlığa başladıkları ilk yıllarda eski adliyenin karşısındaki bir iş hanında aynı koridorda yazıhaneleri varmış. Edebiyat kitapları ve dergiler üzerine yaptıkları sohbetler, birbirlerine önerdikleri, verdikleri kitaplar arkadaşlıklarının gelişmesinde çok etkili olmuş.

Ortaokul son sınıfta Adana’da yerel bir edebiyat dergisinin yayımlandığını görünce hemen aldım ve yazdığım öykülerden birini dergiye gönderdim. Son Yaprak adındaki bu derginin ikinci sayısında adımı ilk kez basılı olarak gördüm. Adımın yanında, “Öykünüzü aldık, öykünüz ya da eleştirisi önümüzdeki sayı yayımlanabilir” diye bir not vardı. Ne yazık ki derginin bir sonraki sayısı çıkmadı. Sene 1983, askeri darbe yılları. Dergi ekonomik nedenlerle kapanmış olabilir, ya da siyasi nedenlerle yayıncıları dergiyi yayımlayamamış olabilirler.

O yaşlarda şiir yazmak ya da roman olacağı umuduyla defterler doldurmak daha çok yeğlenir sanırım. Ben neden öykü yazmaya kalkıştım? Öncelikle öyküyü muteber bir edebi tür olarak görmüş olmam etkilidir sanırım. Bunu da üç yazara borçluyum. O yıllarda öykülerini ayıla bayıla okuduğum Sait Faik, Orhan Kemal ve William Saroyan. Onların metinlerine duyduğum hayranlık beni öykü yazmaya yöneltmiştir.

Ergenlik yıllarının kimi duygularıyla baş etmek için de edebiyat ve yazı elimden tutmuştur. Yalnızlık, değersizlik duygusu, kendini ifade etme zorluğu… Bunları çok sonradan düşündüm. Okulda kendimi gösterebildiğim tek özelliğim iyi yazıyor olmamdı, dersler, spor ya da haytalık yapma konusunda ortalama bir öğrenciydim, öne çıktığım yegâne alan buydu. Yakın arkadaşlarım olmasına, onlarla çok şey paylaşabilmeme rağmen lise yıllarında hayali bir arkadaşa mektuplar yazdığımı hatırlıyorum. Bunun nedeni her zaman öyküye dönüşecek bir şeyler bulamamam, günlük tutmayı becerememem, ama yazı pratiği yapmayı istiyor olmamdı. Yazdığım o mektuplar o yıllarda nadiren de olsa arkadaşlarıma yazdığım mektuplardan daha “edebi”ydi, güzel cümleler kurmaya özen gösterirdim. Mektup-günlük-öykü arası bir şeylerdi, dediğim gibi, esasında yazı pratiğiydi benim için.

1985 yılını Birleşmiş Milletler “Dünya Gençlik Yılı” ilan etmişti. Milliyet Sanat Dergisi de o yıl boyunca iki sayfasını gençlerden gelen yazılara ayırmıştı. Lise ikinci sınıftaydım. “Saat Sekiz Oluyor” başlıklı bir yazı gönderdim Milliyet Sanat Dergisi’ne. Yayımlanan ilk yazım oldu. Gelgelelim, yayımlanan yazımı edebiyat öğretmenime göstermedim. Birkaç arkadaşıma ancak gösterebildim. Öte yandan, o günlerde Adana’nın caddelerinde yazısı önemli bir dergide yayımlanmış biri olduğumu düşünüp sevinç duyarak yürüdüğümü hiç unutmam.

Ertesi yıl Adana’da Yarın dergisinin bir bürosu olduğunu öğrendim. 1981’de yayın hayatına edebiyat dergisi olarak başlayan Yarın giderek daha çok gençlik dergisi olmuştu. Yakın arkadaşım Atakan’la beraber Yarın’ın bürosuna gidip gelmeye başladık. Derginin eski sayılarının olduğu ciltleri okurken birçok genç şair ve öykücüyü tanıdım. Dergide çalışan ağabeylerle edebiyat sohbetleri de yapardık. O yıl Yeni Adana gazetesinin haftada bir sayfasını Yarın’ın Adana bürosundaki arkadaşlar hazırlıyorlardı. Dilersem benim bir yazıma da yer verebileceklerini söylediler. Bugün okurken çokbilmişliğimden ötürü utandığım bir yazı yazdım, o yazı Yeni Adana’da yayımlandı. Gençlere ayrılmış bir sayfada da değil üstelik. Gene çok az kişiye söyleyebildim gazetede yazımın çıktığını, ama gene çok havalara girdim!

Bizim eve giren edebiyat dergilerinden biri de Varlık’tı. Dergide “Her Sayı Yeni Bir Öykücü” diye bir köşe olduğunu fark edince oraya da bir öykümü gönderdim. 1986 yılının yaz aylarında, Varlık’tan yanıt geldi. Liseyi yeni bitirmiş, üniversite sonuçlarını bekliyordum. Kısacık bir mektuptu, ama Türkiye’nin en eski edebiyat dergisinin antetli zarfında adım yazıyordu. Cengiz Gündoğdu imzalı mektupta, tek bir öykü üzerinden değerlendirme yapamadıkları, öykülerim hakkında bir fikir edinebilmeleri için en az beş öykü göndermem gerektiği yazıyordu. Dergiye gönderebileceğim dört öykü vardı elimde, apar topar bir beşinci öykü yazıp gönderdim. İzleyen günlerde sınav sonuçları açıklandı, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini kazandım. Fakültenin açıldığı hafta Cağaloğlu Yokuşu’ndaki Varlık bürosuna adım attım. Cengiz Gündoğdu ve Kemal Özer oradalardı. Tanıştık. Ertesi yılın Mart ayında da Varlık’ta ilk öyküm yayımlandı – sonradan yazdığım beşinci öykü. Bu başlangıcın ardından ertesi yıllarda Varlık’ın yanı sıra Kıyı, Karşı Edebiyat, Yazıt gibi edebiyat dergilerinde ve hukuk fakültesi öğrencilerinin yayımladığı Genç Hukukçular’da öykü ve denemelerim yayımlandı. Sömestr ya da yaz tatillerinde Adana’ya geldiğimde Turan Altuntaş ağabeyin kırtasiyeci dükkânına gidip gelirdim. Babamın arkadaşıydı, o tanıştırmıştı bizi, öykü kitaplarını okumuştum. Turan ağabeyle edebiyattan, öyküden konuşurduk. Onun isteğiyle gönderdiğim bir öyküm de o yıllarda Yeni Adana’nın edebiyat sayfasında yayımlandı.

 

Genellikle evdeki odamda yazarım. Küçük bir odadır, ama bundan şikâyetçi değilim, hatta odamın boyutunun odaklanmamı kolaylaştırdığını düşünürüm. Uzun yıllardır doğrudan bilgisayarla yazıyorum. Yazmaya ilk başladığım yıllarda el yazısıyla yazar, sonra daktiloya çekerdim. Babam eski daktilosunu eve getirmişti, yazma konusunda beni kışkırtan bir etmen de o daktilo olabilir. Yazdığım bir şeyleri temize çektikten sonra (çok temiz olmazdı elbette, hatalar, düzeltmeler gırla giderdi) görmek özendiriciydi. Erken yaşta dergilere yazdıklarımı gönderme cesareti bulmamda da etkisi olmuştur eminim. Gene geçerken belirteyim, evdeki daktiloya el koyduğumu ve bir şeyler yazmaya başladığımı gördüğünde babam o daktiloda vaktiyle Fakir Baykurt’un da bir şeyler yazmış olduğunu anlatmıştı. Babam Türkiye Öğretmen Sendikasının (TÖS) Adana’daki avukatlarındanmış ve o zamanlar sendikanın genel başkanı olan Fakir Baykurt kongre için Adana’ya geldiğinde daktiloya ihtiyacı olduğunda babamın o zamanki daktilosunu kullanmış. O daktiloyu çok sevmemde bunun da etkisi vardı. Sonraki yıllarda bilgisayar edinmemin ardından da önce el yazısıyla yazıp sonra temize çekmeyi sürdürdüm. Özellikle öykülerde bunu daha uzun süre sürdürdüm, deneme ya da kitap yazısı yazarken doğrudan bilgisayar kullanırdım. Yanlış hatırlamıyorsam, 2002’de yayımlanan üçüncü öykü kitabım Herkes Kadar’daki öyküleri de önce el yazısıyla yazmıştım, ama 2004’te Düğün Birahanesi’ndeki öykülerin bazısını doğrudan bilgisayarda yazdım ve sonraki yıllarda bu şekilde sürdürdüm, sürdürüyorum. Not almam gerektiğinde gene kalem kâğıt kullanıyorum, ama esas olarak bilgisayarda yazıyorum.

Bilgisayarda yazmakla birlikte ekrandan okumakla yetinmiyorum. Pek çok kez yazdıklarımın çıkışını alıp kâğıttan okuyup düzeltiyorum. Ekranda gözümden kaçan hataları kâğıttan okurken daha rahat yakaladığımı düşünüyorum.

Dışarıda pek yazamam, not almakta bile zorlanırım, ama kitap okumak konusunda sıkıntı duymam. Pek çok kitabı vapurda, metroda, metrobüste, adliye koridorunda duruşma beklerken okumuşumdur. Gün içinde edebiyata çok zaman ayırmam mümkün olmasa bile o sıralarda yazdığım bir şeyler varsa onun çıkışını yanıma alırım ve düzeltmeleri iş yerinde ya da toplu taşıma araçlarında yaparım.

Uzun yıllar gündüzleri işe gittiğim için daha çok akşamları ve hafta sonu yazdım. Gene de çok düzenli bir mesaimin olmamasının yararını gördüm. Sabah belli bir saatte kalkma zorunluluğum yoksa, diyelim yetişmem gereken bir duruşma yoksa, geç saatlere kadar okuyup yazabildim. Ayrıca serbest avukatlığın şöyle bir yararını da gördüm. Belli dönemlerde kimi günler öğleden sonraları ya da bütün gün işe gitmeyip evde çalışma imkânım oldu. Özellikle kitapların son aşamasında daha kesintisiz bir zamanda okuyup düzeltmeyi yeğlerim. Zihnimin başka işler nedeniyle dağılmaması metne hâkimiyetimi artırıyormuş gibi gelir bana.

Okurken ve yazarken müzik beni rahatsız etmez, hatta odaklanmama yardımcı olur. Pek çok kez yazarken kendimi kaptırdığımda o arada hangi şarkıların çaldığını fark etmediğimi görürüm, ama arkada bir müziğin eşlik etmesi hoşuma gider. Beri yandan televizyon sesi varken ne okuyabilir ne de yazabilirim. Konuşmalar dikkatimi çok çabuk dağıtır.

İşe gitme mecburiyeti nedeniyle bölünen çalışma düzeni nedeniyle uzun süre roman yazmaya cesaret edemedim. Nedense roman yazabilmek için daha kesintisiz zamana gereksinim olur diye düşünüyordum. Bir yanıyla bu doğru aslında, uzun bir kurmaca metni yazmayı sürdürmek, o metnin kişilerini bütün bu zaman zarfında içinizde taşımayı gerektirir, üstelik edebi metnin dilinin ve atmosferinin bütünlüklü olabilmesi için de çok yararlıdır kesintisiz çalışabilmek. Gelgelelim, çalışma düzeninin bölünmesi kaçınılmaz. Zamanla kesintisizlik arayışının bir önyargı olduğunu anladım. Aslında bir metin üzerinde çalışırken araya başka kitaplar ya da yazı ödevleri almaktan çekinen biri de olmadım hiçbir zaman. Bazı yazar arkadaşlarım yazmaya yoğunlaştıklarında başka kitaplar okumak istemediklerini söylerler, ben öyle değilim. Kitaplar okumanın yanı sıra, bir yandan kitap yazıları ya da denemeler yazabilirim. Bunun yararına da inanırım. Kesintisiz bir metne odaklanmanın, kuşkusuz pek çok yararı var, ama bunun bazen körlük de yaratabildiğini düşünüyorum. Araya başka metinler, işler güçler, dinlenmeler, sosyal ilişkiler aldıktan sonra yazdıklarıma döndüğümde oluşan mesafenin yazmakta olduğum metne daha nesnel (mutlak anlamda değil, ama bir parça da olsa daha nesnel) bakmak konusunda yararlı olduğunu gözlemişimdir.

Roman yazma cesaretini bir arkadaşıma borçluyum. Bir sohbetimiz sırasında aklıma bir konu ve karakterler olduğunu, ama düşündüğüm olay örgüsü için öykünün yeterli olmayacağını düşündüğümü söylediğimde arkadaşım roman yazmamı önerdi. Az önce belirttiklerimi bir çırpıda ona da sayıp döktüm. Zamanım bölünecek, gündüz işe gidip akşamdan akşama roman mı yazılır? Arkadaşımsa, “Bir denesene yahu,” dedi, “kimseye söylemezsin roman yazmakta olduğunu. Dolayısıyla yazamazsan, altından kalkamazsan bunu başaramadığını kimse bilmez.” Aklım yatar gibi oldu, ama biraz daha mırın kırın ettim, muhtemelen uzun erimli bir işe kalkışmanın korkusu paçalarımdan çekiyordu. Arkadaşım yılmadı, hatta beni tehdit etti. Ben de roman olabileceğini düşündüğüm kurguya başlayacağıma söz verdim ve başladım. Korktuğum gibi olmadı, araya işler güçler, mesailer, şu bu girse de yazmayı sürdürebildim. O romanı yazdığım bir yıldan uzun süre boyunca birçok kitap okudum, kitap yazısı yazdım, söyleşi yaptım, ufak tefek editörlük işleri gördüm – günlük mesaimin dışında. Ama romanı da sürdürdüm.

Peki, bu arada bölünmedim mi? Bölündüm hiç kuşkusuz, ama buna da kendimce bir çare buldum. Akşamları romana devam etmek için oturduğumda ilk iş bir önceki akşam yazdıklarımı okudum. Hem hataları düzelttim bu okumalar sırasında hem de metnin diline, ruhuna dahil olma imkânı buldum. Bir yıldan uzun bir sürede bu şekilde yazdım Dünyanın Uğultusu’nu. Yazarken üç kişiye zaman zaman tefrika eder gibi romanı okuttum – biri, beni roman yazmaya ikna eden arkadaşım, biri eşim, öbürü de bir başka arkadaşım. Zaman zaman dördümüz bir araya geldiğimizde bazen sohbet konularımızdan biri de roman oldu, daha doğrusu romanın üç kahramanı da bizimle oldular. Bu sohbetlerimiz, şakalaşmalarımız, roman kişileri hakkında yaptığımız dedikodular da benim yazma motivasyonumu sürdürmemi sağladı. Sonraki romanlarımda bu yolu izlemedim, gene romanları ilk okuyanlar aynı kişiler oldu, ama bu kez bitmiş halini okudular, tefrikasını değil!

Öykü kitaplarımı genellikle bir önceki kitabımın yayımından sonra yazdığım öyküler arasından bir bütün oluşturacağını düşündüğüm öyküleri bir araya getirerek oluşturdum. Öyküleri de yazdıktan sonra birkaç kişiden okumasını isterim. Bir anlamda onları denek olarak kullanırım. Öykü yazarken en çok zorlandığım noktalardan biri neyi ne açıklıkta anlatacağımdır. Her şeyi apaçık anlatma yanlısı olmadığım gibi, hiç kimsenin anlamayacağı kapalılıkta metinler yazmak da istemem. Öyküleri okumasını istediğim eşimden dostumdan özellikle öyküde anlattığım (ya da anlattığımı zannettiğim) olayları nasıl anladıklarını öğrenmeye çalışırım. Öyküleri yazar yazmaz yayımlatma yanlısı değilim. Mutlaka bir süre bekletmek isterim. Büsbütün unutmasam da o öyküden uzaklaşmaya çalışırım. Birkaç ay sonra yeniden okuduğumda metni daha dışarıdan okuyabiliyormuşum gibi gelir. Bazı cümlelerin, bazı bağlantıların bana da hiçbir şey demediği olur. Yeniden üzerinde çalışırım. Beni o öyküyü yazmaya iten duygudan ya da ruh durumundan uzaklaşmış olmak da bence yararlı oluyor. Metni öne çıkarabiliyorum böyle olduğunda, benim ne anlatmak istediğimden ziyade elimin altındaki metnin ne anlattığından, ne anlatabileceğinden, içerdiği potansiyelden yola çıkarak son halini vermeye çalışıyorum. Yazarken de çok zaman metnin nereye varacağını baştan planlamam zaten. Metin yazıldıkça ortaya çıkar. O âna dek yazdığım sayfalar sonrasında olacakları belirlemeye başlar. Diyelim, üç beş sayfa yazdığımda belirmeye başlayan bir karakterin altıncı sayfada ne yapacağına, ne söyleyeceğine ben kayıtsız koşulsuz karar veremem, onun oluştuğu kadarıyla oluşmuş, belirdiği kadarıyla belirmiş kişiliği karar verir çok zaman.

 

(Bu başlığın oluşturulmasında F. Hüsnü Dağlarca’nın “Yapıtlarımla Konuşmalarım”ı etkili olmuştur.)

Gün Ortasında Arzu, üç bölümden oluşan bir kitap, ancak kitabı hazırlarken bu bölümlendirmenin altını çok katı bir şekilde çizmek istemediğim için bölüm başlıkları koymadım. Onun yerine sevdiğim üç şairin dizelerini bölümlerin başlarına epigraf olarak aldım. Böylece o epigrafı takip eden sayfalardaki öykülerin belli belirsiz bir bütün oluşturduğunun düşünülmesini istedim. Bu üç bölümden ilkindeki bütünlük daha belirgindir. O bölümde yer alan öyküleri şöyle bir düşünceyle yazdım. Aynı öykü kişisinin yakın zamanlarda başından geçenlerden oluşan öyküler yazmak istedim, ama her bir öykünün bu bütünden bağımsız olarak kendi başına da bağımsız bir öykü olmasına çalıştım. Öyküleri kronolojik olarak sıralamadım. Bir bütün oluşturduğunun anlaşılması için bazılarında aynı isimleri kullandım, daha doğrusu, öyküler aynı anlatıcının ağzından anlatılmakla beraber aynı kişilere öykülerde yer verdim. Bunu o bölümdeki bütün öykülerde yapmamakla birlikte, kimi ayrıntılar ya da duygu durumları yahut atmosfer aracılığıyla öyküler arasındaki bağları izlemenin mümkün olmasına çaba gösterdim.

Böyle anlatınca bütün bunları çok bilinçli bir şekilde ince ince hesaplayarak yapmışım gibi anlaşılabilir. Tam olarak öyle olmadı aslında. Kabaca aynı kişinin öykülerini yazma kararım vardı, ama öyküler farklı zamanlarda, içerdikleri olay örgüleri, duygular, ruh halleri bana yazılabilir geldikçe yazıldı. Peki, kimdi bu kişi? Nereden çıkmıştı o öykü kişisini farklı öyküler aracılığıyla takip etme fikri?

Öykülerde ve romanlarda yer isimlerini nadiren verme yanlısıyım. Bu bölümdeki öykülerde de memleketine dönmek zorunda kalan bir adam var, memleketinin neresi olduğunu açıkça belirtmedim, ama buranın Adana olduğu dikkatli gözlerden kaçmayacaktır sanırım. Yıllar önce üniversiteden mezun olduktan sonra İstanbul’da yaşamaya karar verdiğim sıralarda bir arkadaşım, “Er geç döneceksin Adana’ya,” demişti. Biraz moral bozucuydu söylediği, İstanbul’da tutunamayıp memlekete, ailemin yaşadığı şehre dönmek zorunda kalacağımı ima ediyordu. Tam olarak niyeti bu değildi, biliyorum, daha çok Adana’dan ayrı kalmanın zorluğunu anlatmaya çalışıyordu, ama başka bir şehirde hayat kurmaya karar vermiş, ancak bunu başarıp başaramayacağını bilemeyen birinin kulağında yukarıda belirttiğim şekilde çınlamıştı söyledikleri.

İşte, Gün Ortasında Arzu’nun ilk bölümünde yer alan öykülerin anlatıcısı arkadaşımın bu sözlerinden çıktı, diyebilirim – arkadaşımın bunları söylemesinin üzerinden yaklaşık on beş sene geçtikten sonra memleketine dönmek zorunda kalmış bir adamın öykülerini yazdım. Kendi düzenini kuramamış biri, kurduğu düzen bozulmuş birinin, babasının işlerini toparlamak için memleketine dönüyor, haliyle gittiği yerde de kendisine bir düzen kurmayı beklemiyor, ummuyor, ama hayat birtakım ilişkilere girmeye zorluyor onu. Eski arkadaşlarının yıllar içinde kurdukları düzenleri görmek, belli belirsiz kıyaslamalar yapmak, daha ötesi, bir kadınla yakınlaşmak, ama bastığı sabit bir zemini olmayan birinin ne kadar yakınlaşabileceği sorusu…

Kitabın ilk baskısı 2007’de yapıldı. Kanat Kitap’taki editörüm Mustafa Arslantunalı’yla kitabı nasıl bir kapakla yayımlayacağımızı düşünürken Mustafa’nın aklına Hakan Gürsoytrak’ın resimleri geldi. Sevgili Hakan’ın koleksiyonunu incelerken eski Topkapı garajı civarını resmettiği Topkapı’yı görür görmez bu resmi ya da bu resimden bir ayrıntıyı kullanabileceğimizi düşündüm. Adana’yı hatırlatmıştı bana resim, Küçüksaat ya da Siptilli civarını. (En sevdiğim kitap kapaklarından biri olmuştur.) Kitabın ilk öyküsünde (adını vermeden) oraları anlatmıştım. Biraz da bu nedenle yazdığım kurmaca metinlerde okuyanları baştan koşullandıracak şekilde şehir, mahalle, sokak ismi vermeyi sevmiyorum. Herkesin hayatındaki bir yerlerle kesişebileceğini düşünüyorum anonim yerlerin. Öyküde özellikle bu nokta benim için önemlidir, çünkü kısa bir metin olan öyküye çok zaman yazarın boş bıraktığı, belirsiz bıraktığı bir yerden, o boşluğu kendi hayatımızdan, ruh halimizden izleri takip ederek gireriz. Bu şekilde dahil olduğumuz metinler bizim içimizde daha uzun süre yaşar, bizi daha derinden etkiler gibi gelir bana.

Bu kitabın benim için bir önemi de, 2008’de Sait Faik Hikâye Armağanına değer görülmesidir. Ortaokul yıllarından itibaren öykülerine çok severek okuduğum Sait Faik’in adına verilen bir armağanı almanın anlamı benim için çok farklıdır. Öykü yazmaya beni özendiren başlıca isimdir, böylece benim hayatımı esastan etkilemiştir. Gün Ortasında Arzu’nun memlekete dönüş öykülerinden oluşan bölümünü yazdığım sıralarda çok sık ilk gençlik yıllarımın Adana’sını hatırlamış, anmışımdır. O yılların Adana’sı çok uzakta şimdi, ama bana o yılları anında hatırlatan çok şey var, o zamanlar okuduğum kimi öyküler, kitaplar da bunların arasında, elbette Sait Faik’in öyküleri de.

 


faça okurun huzuruna çıkmaya hazırlanıyor      

ÖYKÜLER: Kafiye Müftüoğlu

ÖYKÜLER: Gülşen Öncül

Öykü: BAŞAR UYMAZ TEZEL

ÖYKÜLER: Sema Canbakan

ÖYKÜ: Nazire K. Gürsel

ÖYKÜ: Başak Savaş

ZİNCİR ÖYKÜLER: GÜLSER KUT ARAT

ŞİİR: SEMA GÜLER

ZİNCİR ÖYKÜLER: TUBA ÖZKUR AKSU

ZİNCİR ÖYKÜLER: AYŞEGÜL DAYLAN

ZİNCİR ÖYKÜLER: ADALET TEMÜRTÜRKAN

ÖYKÜ: İLKNUR GÜNEYLİOĞLU ŞENGÜLER

ÖYKÜ: Neriman Ağaoğlu

ŞİİR:  Yonca YAŞAR

ÖYKÜ: İlkay Noylan

ÖYKÜ: Güngör Ağrıdağ Mungan

SÖYLEŞİ: Nefise Abalı

Öykü: İlknur Güneylioğlu Şengüler

SÖYLEŞİ: AYŞEGÜL DİNÇER

Söyleşi: Ebru Yavuz

  • BIST 100

    8828,70%-0,62
  • DOLAR

    32,29% 0,55
  • EURO

    35,19% 0,29
  • GRAM ALTIN

    2238,56% 0,53
  • Ç. ALTIN

    3895,90% 0,00
  • Salı 15.1 ° / 9.5 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Çarşamba 19.1 ° / 9.6 ° Orta kuvvetli yağmurlu
  • Perşembe 16.4 ° / 10 ° Orta kuvvetli yağmurlu