YAZARLARA VE ŞAİRLERE SORDUK: AHMET ÖZER…
DÜŞÜNCE - SANAT VE TOPLUM 11.08.2021 09:37:00 1431 0

YAZARLARA VE ŞAİRLERE SORDUK: AHMET ÖZER…

YAZARLARA VE ŞAİRLERE SORDUK:

Türkiye'de, yazmak isteyenler nedense hep yabancı edebiyatçıları örnek alıyor, onların deneyimleri üzerinden bir fikir geliştirmeye çalışıyor. Bu anlamda “Yeni Adana’da Düşünce-Sanat ve Toplum”  olarak bir eksikliği giderme çabası içine girdik. Değerli edebiyatçılarımızın katılımıyla kapsamlı bir bellek oluşturmaya çalışacağız. Yazar adaylarına yol gösterici olacağına inanarak… Bu haftaki konuğumuz kıymetli şair, yazarımız AHMET ÖZER…

Yazarlık hayranlıkla başlamış olsa gerek. Başlangıçta; sevdiğiniz, ilginç konularda üretimde bulunan yazara karşı bir ilgi, bir sevgi içinizdeki duyguları ayaklandırıyor; yazmaya başlayınca, korkular, kuşkular da beraberinde geliyor. Başlangıçta yazdıklarınızın bir şey ifade edip etmediğini düşünüyorsunuz. Bu konuda kararlı bir tavır geliştirince de okuma eyleminiz artıyor. Daha sonra yörenizden, çok öncelerde bu alanda adını duyuranları inceliyorsunuz. Kendi konumunuzda olanları izliyorsunuz. Bir süre sonra okuduklarınızın benzerini yazıp yazamayacağınızı tartıyorsunuz. İlk denemelerinizi yakın dostlarınıza okuyorsunuz. Onların beğenileri sizi yönlendiriyor. İlk ürününüz yayımlanınca büyük bir sevinç, bir coşku yayılıyor damarlarınıza. Bu alanda elinizden tutulmasını istediğiniz kişilerden gerekli ilgiyi bekliyorsunuz. Kimileri bu ilgiyi görmediğinde bu alana küsüyor. Kimileri bir güven duygusu içinde yoluna devam ediyor. 

Öğrencilik yıllarımda yaşamlarını okuduğum şair ve yazarların çoğunun İstanbul kökenli olduğunu gördüğümde, çocuk aklımla yazar-şair olabilmek için bu kentte doğmak gerektiğini düşünmüştüm. Büyük kentin kişiye bu olanağı sağladığını sanmıştım. Zaman içinde tanıdığım yazarlarla bu yargım değişiverdi. Kişinin kararlı olması, bu alanda yol alınabileceğini belirliyor.

Kendi konumumu düşündüm: Kitapçı vitrinlerini saatlerce izlerdim. Kaldırımlarda eski kitaplar, dergiler satan kişiler vardı. Onların sattığı yayın organlarını evirip çevirir; merakla inceler, uygun gördüklerimi satın alırdım. 

Üzerimde etki bırakan filmlerle ilgili duygularımı bir deftere not ederdim.

Liseyi bitirinceye değin doğduğu ilin dışında hiçbir il görmeyen bir genç olarak her şeyi içimde demlendirdiğimi düşünüyorum. Bu da düş kuran, duyarlı, içine kapanık bir kişiliğin gelişmesine yol açmıştır. 

Benim yazma konusundaki deneyimimde öğretmenliğin önemli rolü oldu. Mesleğimizin kimi sorunlarını değişik yerlerde sözlü ya da yazılı olarak dile getirme sorumluluğu içindeydik. Ardından şiir girdi kanımıza, şairlerin yaşamlarını öğrendim. Onların kazandığı saygınlığın yazmakla edinildiğini düşündüm. Ülkenin yasaklı yılları… kitaplar, dergiler toplatılıyor, Nâzım’ın kitaplarını okumak suç sayılıyor. Bu büyük heyecan dalgası içerisinde -1966’da- ilk şiirimin yerel gazetelerden birinde yayımlanması beni son derece mutlu etti. O gün, bugündür yazıyorum. Bir söyleşide belirtmiştim, şiirimin yayımlandığı gazeteyi gömleğimle fanilam arasında iki üç gün sakladım. Bu büyük sevgi, bu sonsuz aşktı.

Burada belirtmem gereken bir durum daha var o da yazarlığa - şairliğe adım atarken kendi çapımda bir kütüphane oluşturmuştum. Yerli yabancı yazarlar, öğretmen kökenli yazarlar, özellikle de köy enstitülü yazarlar ve birkaç edebiyat dergisi hevesime güvence oluşturmuştu. O gün, bugündür o kitaplar benim bu alanda aldığım yolun en önemli tanıklarıdır.

Yazarlığın, şairliğin gerektirdiği çabanın temelinde bir dil gerçeği olduğunu zamanla anlayacaktım. Edebiyat alanında eğitim görmeme karşın yazarlığın saydam, anlaşılır, özgün bir dil gerektirdiğini kavradım. Bu alanda saygın yer tutmuş yazarları okumaya çalıştım. Dönem, yazın hareketinden çok siyasi kimliklerin öne çıktığı zamandı. Düşünsel ve felsefi yönden etkilenme; zaman zaman edebiyat alanında kazanılması gerekenlerin önüne geçiyordu. Sonuçta hem dünya görüşü hem edebiyat beğenisinin at başı yürüdüğü bir ortamda, bu dünyanın içine daldık. 

Hayatı yazarak, okuyarak, düşünerek karşılamanın insan için bir güvence, bir kimlik gelişimi olarak algılıyorum. Bundan da mutluluk duyduğumu belirtmek isterim.  

Yazmanın cehenneminde ömür sürdürmek, işte asıl sorun bu. Bir yörüngeye girebilmek için yıllarınızı veriyorsunuz, sonrasında artık yazının her alanında yoğun bir üretim başlıyor. Daktilolar döneminden geliyoruz. O her tuşa vurduğunuzda çıkan sesin, kaldığınız dairenin dört bir yanına, apartmanın çoğu katlarına ulaştığı günlerden; bilgisayarların çok yönlü nimetine ulaşmak büyük mutluluk oldu. Yazı yazmak için özel bir odamız olmadı uzun yıllar. Bizden öncekilerin durumu daha da kötü. Zaman içinde yazmanın pratiğini yakalarken, yazı yaşamımızı besleyen kaynakları da elimizin altında tutmaya çalıştık.

Yazı yazmak konunun genel hatlarını çerçevelemek anlamına geliyor. Konu belirlenince yazılacaklar art arda, üst üste dans ediyor kafanızda. Yazmaya başladıktan sonra bir disiplin geliştiriyorsunuz. Yazıyı yazma kararı verdiğinizde de o konunun üstesinden gelebilmeniz için gerekli gücü yakalıyorsunuz. Konu, “Benimle ilgili söylediklerin yeter.” diyene değin bir dokuma işçiliği sürüyor! 

Yazma konusunda elimin altında bulunan irili ufaklı birçok defterim vardır. Onlara sürekli notlar alırım. Günce tutarım. Kimi gözlemlerimi değişik kâğıtlara yazarım. Konu eğer çok boyutluysa yakın dostlarımı arar, onların konuyla ilgili kimi kaynaklardan haberli olup olmadıklarını sorarım.

Yazacağım konunun beni sarması, içine alması, yazarken mutlu kılması çok önemli. Kimi konular baştan başa bir mutluluk rüzgârı taşıyarak kendini yazdırır. Özellikle çok kişinin el atmadığı hatta hiç kimsenin yazmadığı bir konu olursa, işte onun yazılma sürecinin yazar için büyük bir coşkuyu da beraberinde getirdiğini söyleyebilirim. 

Çoğu yazara sormuşumdur ne zaman yazdığını… Kimileri sabahleyin erkenden demişlerdir. Kimileri gecenin(daha doğrusu günün ertesi güne eklendiği) bir vakitte diye anlatmışlardır. Kimileri mekân ve ortam değiştirerek yazabildiklerini belirtmişlerdir. Bu amaçla yurtdışına gidenler, orada bir süre kalıp kafalarındaki konuyu yazdıktan sonra yurda döndüklerini söylemişlerdir. 

Bizim kuşağın bilgisayarı ve cep telefonu yoktu. Başlangıçta TV’ye de sahip değildik. O nedenle pek çok değerimizle, yakın dostlarımızla, arkadaşlarımızla yazışmışızdır. Ayda en azından 30 mektup yazdığımı iyi anımsıyorum. Yıllar içinde yüzlerce, binlerce mektup yazmak, bir o kadarına sahip olmak ister istemez yazmanın ortamını da hazırlıyor. Düşünün ki Hasan İzzettin Dinamo, Gülten Akın, Aziz Nesin, Necati Cumalı, Cahit Külebi, Kemal Sülker, İsmet Zeki Eyuboğlu, Fakir Baykurt, Mehmet Başaran, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Osman Bolulu, Ruşen Hakkı, Metin Demirtaş, Osman Şahin, Bekir Semerci, Behzat Ay, Subutay Hikmet, Mehmet Yaşar Bilen, Asım Bezirci, Şükran Kurdakul ve daha sayabileceğim onlarca değerimizle yazıştık. Bu yazışmaların bana kazandırdığını düşünün. Bu saydıklarımın pek çoğunun ürünlerine, yönetmekte olduğum Kıyı kültür sanat dergisinde yer vermenin erdemini yaşadım. 

Yazarlık damdan düşme gibi bir iş değil.  Zaman istiyor, deneyim istiyor, birikim istiyor; düşünce, kültür, duyarlık, estetik, coşku istiyor. Bir de düşünsel olarak seçimini yapacağın alan gerekiyor. Ondan sonrasını koşullar belirliyor. Bir de sevgi gerekiyor. Bu alanı sevebilirsen artık rahatlıkla yaşamını verebileceğin bir dünya yakalamışsın demektir. Ondan sonrasında seni yüzler, binler, on binler bekliyor.

 Benim konumumda olanlar, daha doğrusu yazarlık konusunda buldukları zamanı iyi değerlendirerek yazmaya koyulanlar, gerçekten iki arada bir derede yapmıştır yapacağını. Şöyle ki bir öğretmenin haftanın beş günü dersi vardır, onun için iyi hazırlanması, ders anlatması, öğrenci ödevlerini okuması, onlara not vermesi, itiraz edenler olursa onları kırmadan ikna etmesi gerekiyor. Bu yoğunluğun ardından özel işlerinize ayıracağınız zamanı da çıkardıktan sonra size ne kalırsa onca yazıyı, şiiri, kitabı o koşuşturmada var kılabilmek çok önemli. Zaman, mekân seçmek diye bir sorunumuz yok. Kimi toplantılarda söylenenlerin, anlatılanların bir değerinin olmadığı anlarda, yazacağım konuların ara başlıklarını, yazıda kullanacağım örnekleri bir araya getirmişimdir. O saptamaların, yazmada yolumu kısalttığını belirtmek isterim.

Etkilenmeyi de unutmamak gerekir. Kimi zaman bir öykü, bir roman, bir deneme, bir söyleşi olmadı bir film, bir oyun, bir fotoğraf, önüne bir geniş ufuk açar. Bu ufuk, bir duygu sarmalına alır seni. Ondan sonrası onca düş, düşlem birbirini iterek yürür. Yeni bir yer gördüğünde farklı bir kişiyle karşılaştığında da bu duygu dörtnala koşturur.

Şimdiye değin binlerce sayfa yazı yazdım.

Özellikle kimi biyografileri yazarken içimden hep bir şeyler kopmuştur. Yıllar önce ölen değerlerimizi yazarken onlara sorabileceğim kimi soruları soramamanın ezikliğini yaşamışımdır. Kısa yaşamlarında gördüğüm yoksunluk etkilemiştir beni. Yaşayanları yazarken de onların mutluluğu benim mutluluğuma eklenir. Çok kişiyle söyleşirken yaşamıma yepyeni pencereler açılır.

Bugün artık bilgisayar dünyasında kulaç atıyoruz. Bu teknoloji harikası elimizden alınınca yeniden daktiloya dönmekle yapacağımız hiçbir iş yoktur. Teknolojinin, iletişim ağının bize sağladığı olağanüstü yararlar ortada. Kimi zaman yazımızın son paragrafını yazma gibi bir kolaylığımız da var. Yazının orta bölümüne ekleyebileceğimiz bir paragraf da.

Zaman içinde kimi yazıları yeniden ele almak, onların eksik yanlarını onarmak da olmuyor değil. Yazarak olgunlaşmak, olgunlaştıkça yeni alanlara yolculuk yapmak yazmanın dayanılmaz coşkusu oluyor. Dergilerde, gazetelerde yazılarımın yayımlanması, onların birileri tarafından okunup görüş bildirilmesi az mutluluk mu? Her kitabın çıkışının yeniden baba, anne olmak denli sevinçler kazandırdığı da bir gerçek.

Çok az yazım yarım kalmıştır. Kimi konular beni sürüklemediğinde bir daha o alana dönememişimdir. O konu gündemden çıkınca da başka alanlara yönelmişimdir. Hatta aynı konuda daha ayrıntılı bir yazı yayımlanmışsa benim o konuya dönmemin bir yararı olmayacağını düşünmüşümdür.

Kimileri çok rahat ortam arasa da bu benim için söz konusu değil. Her ortamda yazarım. Önemli olan o ilk kıvılcımın varlığı. Yazılarımın girişi iyi kurulmuşsa konu beni arkasına takar, sürükler.

Buraya değin anlattığım düzyazı serüvenidir. Bunun bir de şiir bahçesi var. Bu yıl “Toplu Şiirler”im Mordoğan adıyla 708 sayfa olarak Klaros Yayınları’nda yayımlandı. Şiirlerimin önemli bir bölümü yer aldı bu kitapta. Bütün bu şiirlerin bir yazılma süreci, sonra da onların üzerinde günler süren bir düzenleme süreci var. Sonuçta bir dize, bir esinti, bir farklı görünüm; dizeyi kurarken yüreğini de kuruyor. Yıllardır şiirle yoğruldum durdum. 18 yıldır um: ag’da (Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı) şiir dersleri vermekteyim. Diyeceğim düzyazının yoğun bilgi, deneyim, anlatım, kurgu ve düşünce atmosferini oluştururken bir yandan da şiirin duyarlı alanında imgenin, dize özgünlüğünün, duyarlığın, sözcüklere yüklenen anlamın ve iç seslerin büyüsünü kurmaya çalıştım. Özetle şiirden düzyazıya, düzyazıdan şiire 55 yıllık yolculuğum sürüyor.

Kimi zaman bir dergide hazırlanmakta olan “dosya” için, kimi zaman ortak kitap hazırlayanların yönlendirmesiyle belirlenen konuda yazılar da yazdım. Bunda gelen isteğe olumlu yanıt vermem konuyla aramda kurduğum bağla ilgilidir. Kimi konular bana yeterli coşkuyu vermemişse onlarla ilgili yazmak için kendimi zorlamamışımdır. Bu nedenle yayımlanan 43 kitabımın ötesinde bir o kadar kitap ve dergide belirlenen konuda yazılarım çıkmıştır. Burada bir noktayı işaret etmek isterim. Birinin zorlaması ya da ricasıyla yazı yazmayı kişiliğime yakıştıramam. Oktay Akbal üstadımız “Yazmak Yaşamaktır” demişti. Ben de “Yazmak mutluluktur” diyorum. Mutluluk vermeyen yazılar, ilerde bir kitaba alınmada da istek yaratmaz. 

(Bu başlığın oluşturulmasında F. Hüsnü Dağlarca’nın “Yapıtlarımla Konuşmalarım”ı etkili olmuştur.)

Bu bölümle ilgili isteğinizi ilginç buldum. Kimi yazarlar tek türde yazmışlardır. Kimilerinin ikiyi üçü geçmez yazdıkları tür. Kimileri de bütün türlerde ürün vermişlerdir. Nâzım Hikmet’i düşünün ürün vermediği tür yok gibidir. Necati Cumalı da öyledir. Benim romanım yok. Diğer türlerin çoğunda kitaplarım çıktı.  

Burada iki kitabımdan özellikle söz etmek isterim. Birincisi 90’ların ortalarında, Dünya / Kitap’a, yayının yönetmeni Faruk Şüyün’ün önerisiyle yaşadığım kent Trabzon’dan bir pencere açmam istenmişti. Dünya / Kitap’ta yanılmıyorsam 50-52 ay yazdım. Yazılarımı genel bir başlıkla yazarken ara başlıklar da kullandım. Genel başlığım “Kemençe Telinden”di. Bu yazılar yıllar sonra 200 sayfalık bir kitap olarak Kıyı Dergisi Yayınları’nda çıktı. Bütünüyle Karadeniz coğrafyasının sesini yansıtıyordu. Bu coğrafyada yer alan kültür ve sanatı, bu alana emek verenleri, yazılarımda anlatmaya çalıştım. Sanat geceleri, kitaplar, dergiler, filmler, yerel TV’ler, radyolar, tiyatrolar, gazete ve gazeteciler… yer aldılar köşemde. Yazılarımda sözünü ettiğim kişilerin çoğunu zaman içinde yitirdim. Bu kitabımla ben de zaman zaman konuşurum. Bu kitabımda anlattığım coğrafyanın kültür sanat insanlarının, basına emek verenlerinin çabasını önemserim. İleride oranın kültür tarihini yazacaklar için çok önemli bir belge niteliği taşıdığını belirtmek isterim.

Bir başka kitabım da “kent monografisi”olarak adlandırılan Trabzon’un Kalbi Meydan’dır. Kitabımla ilgili şunu belirteyim. Bir gece bu kitabı okuyan bir okur, telefonda bana “Size çok kırıldım.” dedi. Ben de bir yanlış mı yaptım diye düşündüm. “Bir sorun mu gördün?” diye sorunca, “Evet” dedi. “Hayrola” deyince “İnsan bu kitabı bu kadar kısa yazar mı? Hemen bittiği için çok üzüldüm En az iki katı bir oylumda yayımlanmalıydı.” diye ekledi ardından. Doğrusu bu nitelemeyi ilginç bulmuştum.

Bu kitabımı hazırlarken tanık olduğum zamanı, iyi değerlendirmeye çalıştım. Trabzon’da Meydan Parkı olarak bilinen yere bir zamanlar saygın değerlerimizden dördünün büstleri dikilmişti: İbrahim Cudi Efendi, Sabahattin Eyuboğlu, Hasan İzzettin Dinamo, Celalettin Algan. Cudi Efendi öğretmendi, sözlük yazarıydı. Sabahattin Eyuboğlu yazar-çevirmendi. Hasan İzzettin Dinamo, şairdi-romancıydı, Celalettin Algan şairdi, uluslararası alanda görev yapan bir doktordu. Kitabımda bu değerlerimizi çok yönlü anlatmıştım. Çoğu okur bu değerlerle ilgili bilgileri ayrıntılı olarak öğrenme olanağı bulmuştu. O parkta gezenler bu değerlerimizi yakından tanımanın kıvancını duyuyorlardı. Şimdi onların hepsi yerlerinden koparılarak depoya kilitlendi. Onları ara ki bulasın. Yerel yönetimlerde değişiklik olunca tarihe de ihanet ediliyor ne yazık ki… Bir dostum “Bu büstlerin yerinden söküleceğini duyumsamış gibi yazmışsın onları. Bugün onlarla ilgili bilgi sahibi olmak isteyenler, onların büstlerini yerinde görmeseler de senin Trabzon’un Kalbi Meydan kitabından yaşamlarını ayrıntılı olarak okuyabilirler.” demişti. Doğrusu bu kitabımı ben de zaman zaman okurum. Orada 50’lerin Trabzon’undaki kışlık ve yazlık sinemaları, fotoğraf stüdyolarını, otelleri, kitapçıları… anlatmıştım. Anlattıklarım arasında, 1959’un son günlerinde orada idam edilen bir kişi de vardı. Bir idam mahkûmunun ipte sallanan bedenini izlemiştim.(27 Mayıs 1960 Devrimi öncesinde idamlıkların infazı burada yapılırdı.) 

Kentte rahatsızlık yaratan bir değişiklik olduğunda bu kitabımın tanıklığına başvururum.

 

Biyograf alanında üç kitabım yayımlandı:

 

* Güneşi Alnında Taşıyan Gazeteci - Şair Ömer Turan Eyuboğlu, 

* Memleket Şairi Nabi Üçüncüoğlu,  

* Yazının ve Hukukun Aydınlık Penceresi Baki Akgül 

 

Bu kitaplarımdan ilkinde anlattığım gazeteci-şair Ömer Turan Eyuboğlu( 1927-15 Haziran 1960) 33 yaşında öldüğünde, ardında en büyüğü 9, en küçüğü 2 yaşında dört çocuğunu bırakmıştı. O zamanlar dört yaşında olan kızı, kitabım yayımlandığında 60 yaşını geçmişti. Kitabım kendisine ulaştıktan bir süre sonra beni telefonda aradı. Kitap için teşekkürlerini iletti, ardından da  “Ahmet Bey,” dedi. “Bu kitabı okuduktan sonra hiç ama hiç anımsayamadığım babamı, ilk kez rüyamda gördüm. Bu sevinci bana yaşattığınız için çok mutluyum.” Bir kitabın işlevinin olması çok anlamlıdır. Bu kitabımı, o sözden sonra başka bir gözle incelerim. Kitapta anlattığım konularla yeniden yoğrulurum. Diğer kitaplarım için de benzer değerlendirmeler yapılmıştır. Ancak Ömer Turan Eyuboğlu üzerine yazdığım kitap, bu değerli şairin gencecik yaşta veremin ağır prangasını taşırken de şiirden, yazıdan yayımladığı gazeteden (Hâkimiyet) elini çekmemesi, basında ve sanatta o yaşında örnek bir kişilik geliştirmesine yol açmıştır.

Behçet Necatigil “Açık” başlıklı şiirinin son dizesinde“Çünkü asıl şiirler bekler bazı yaşları” der. Kimi yaşlar, kimi zamanlar, geçmişe yönelik gündemlerde kimi yapıtları öne çıkarır. Şairlerimizin kimi şiirleri bir olay karşısında yeniden gündeme geldiğinde şaşıp kalırız. Bu değerli sanatçımız bugünü düşünerek mi bu ürünü vermiştir diye. Kimi öyküler, kimi romanlar için de bu böyledir. Bir düşünün İngiliz romancı, gazeteci ve eleştirmen George Orwell’ın (1903- 21 Ocak 1950) Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı romanı ve bu romanda yarattığı  Big Brother(Büyük Birader) olgusu, kaç kez girmiştir yaşamımıza. Neden? Çünkü çoğu zaman toplumsal yapı demokrasi ile darbeler arasında git gel yaşamaktadır. Romanın yazıldığı tarihle romanın ayna tuttuğu toplumu içinde bulunduğunuz koşullarda düşündüğünüzde büyük bir yazarla karşılaştığınızı görürsünüz.

İşin gerçeği bir yazar, bir başkasının, sevdiği bir yazarın, bir şairin kitabıyla yaşamına bir sayfa açtığı gibi kendi yapıtları arasında boy veren biriyle ya da ikisiyle yaşamının değişik istasyonlarında duygu kesişmesi yaşar. Bu kesişmenin zamana taşıdığı anlam, yapıtın sağlam bir içeriğe sahip olması, çağına tanıklık etmesidir.

O nedenle kimi ürünlerin bir başkası için yazıldıklarını düşünsek de onların yazarın yaşamında bir kaldıraç oluşturduklarını unutmayalım.


Haber Kaynak : ÖZEL HABER

faça okurun huzuruna çıkmaya hazırlanıyor      

ÖYKÜLER: Kafiye Müftüoğlu

ÖYKÜLER: Gülşen Öncül

Öykü: BAŞAR UYMAZ TEZEL

ÖYKÜLER: Sema Canbakan

ÖYKÜ: Nazire K. Gürsel

ÖYKÜ: Başak Savaş

ZİNCİR ÖYKÜLER: GÜLSER KUT ARAT

ŞİİR: SEMA GÜLER

ZİNCİR ÖYKÜLER: TUBA ÖZKUR AKSU

ZİNCİR ÖYKÜLER: AYŞEGÜL DAYLAN

ZİNCİR ÖYKÜLER: ADALET TEMÜRTÜRKAN

ÖYKÜ: İLKNUR GÜNEYLİOĞLU ŞENGÜLER

ÖYKÜ: Neriman Ağaoğlu

ŞİİR:  Yonca YAŞAR

ÖYKÜ: İlkay Noylan

ÖYKÜ: Güngör Ağrıdağ Mungan

SÖYLEŞİ: Nefise Abalı

Öykü: İlknur Güneylioğlu Şengüler

SÖYLEŞİ: AYŞEGÜL DİNÇER

Söyleşi: Ebru Yavuz

  • BIST 100

    9079,97%3,10
  • DOLAR

    32,35% 0,15
  • EURO

    34,93% -0,09
  • GRAM ALTIN

    2322,96% 0,18
  • Ç. ALTIN

    3843,45% 0,00
  • Cuma 24.9 ° / 14.2 ° Güneşli
  • Cumartesi 28.3 ° / 15.1 ° Güneşli
  • Pazar 28.3 ° / 15.7 ° Güneşli