Ahmet ERDOĞDU


DR. SEDA BAYINDIR ULUSKAN´LA SÖYLEŞİ


/resimler/2016-1/21/1455113510737.jpgDeğerli okurlar, bu hafta sizler için İstanbul Teknik Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bölümü öğretim üyelerinden değerli akademisyen, araştırmacı yazar Dr. Seda Bayındır ULUSKAN ile ?ATATÜRK DÖNEMİ KÜLTÜR POLİTİKALARI? ile ilgili olarak görüştük. Sayın ULUSKAN´ın bu konudaki görüşlerini aşağıda sizlerle paylaşıyoruz. 

ATATÜRK DÖNEMİ KÜLTÜR POLİTİKALARI

Bağımsız, güçlü ve modern bir Türkiye için Millî Mücadeleyi başlatan, kazanılan büyük zaferin ardından da 1923´te yeni bir devlet kuran Kemal Atatürk, bundan sonraki enerjisini kazanılan zaferi siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel zaferlerle taçlandırmak için harcamıştır. Bu sebepten ötürü Atatürk, özellikle 1930 ve sonrasında ülkesini çağdaş uygarlık seviyesine ulaştırabilmek ve Türk kültürünü yükseltip zenginleştirebilmek adına kültürel alanda uzun, yorucu ve bitmeyen bir mücadele içerisine girmiştir. Aslında otuzlu yıllara damgasını vuran ve ondan sonra değişerek de olsa devam eden kültür politikasını, Türk millî kültürünü geniş bir tabana yaymak, onu güçlendirmek ve aydın ile halkı bütünleştirerek topyekûn bir kültür seferberliğine gitmek şeklinde tanımlamak mümkündür. O, bu süreçte askerî dehasının ve devlet adamlığının yanı sıra kültür adamı kimliğini de ortaya koymuş ve Türk halkını harekete geçirmek için çalışmalarına yepyeni bir boyut kazandırmıştır. Nitekim kültür politikasının yaratıcısı olan Atatürk´ün üstlendiği bu rol, O´na sadece Türkiye´de değil, tüm dünyada Türkiye´deki sosyal ve kültürel inkılâp hareketinin önderi gözüyle bakılmasına neden olmuştur.

Mesut olmayı başarılı olmakla bir tutan Atatürk´ün gözünde kültür, ?okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden mana çıkarmak, intibah etmek, düşünmek, zekâyı terbiye etmek? tir. Osmanlı´dan beri süregelen kültür-medeniyet tartışmalarına girmeye lüzum görmeyen ve kavramlar arasındaki ikiliği ve kargaşayı yok etmek isteyen Atatürk, öncelikle kültür ve medeniyet ayrımına son noktayı koyarak kültürü medeniyetin içerisinde ele almış, daha doğrusu medeniyetin sınırlarını geniş tutmaya çalışmıştır. Bu yaklaşım ile herkese Batı medeniyetinin evrensel olduğunu ve buna bizim de önemli katkılarımızın bulunduğunu ispatlamaya çalışmıştır. O, bu şekilde Türkiye´yi güçlü, yüksek kültürlü ve modern bir devlet yapmayı hedeflemiş ve bu yolda da önceliği millî duyguları ve kültürü kuvvetlendirmeye vermiştir.

Atatürk, 1930 sonrası ?millî kültürün her çığırda açılarak yükselmesini?sağlamak için başta dil ve tarih konularına, sonra da sanata ağırlık vermiştir. Çünkü milletleşme sürecinin tamamlanmasında kültür unsurlarının başında gelen ve kültürün en önemli ifade vasıtaları olan dil, tarih ve sanat gibi öğeler, şüphesiz bir milleti millet yapan ana unsurlardır. ?Millî şuurun ayakta kalması ve uyanık bulunması için dil ve tarih uğrunda çalışmaya mecburuz?şiarıyla yola çıkan Atatürk, bu bağlamda Türk halkına kendi tarihini ve dilini tanıtarak, geçmişiyle gurur duymasını sağlamak ve böylelikle devletine sahip çıkmasına vesile olmak amacıyla Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu´nun kurulmasına, kongreler tertip edilerek tezler üretilmesine öncülük etmiştir.

Atatürk, bu süreçte sanata da büyük önem vermiştir. Farklı sanat dalları halkla tanıştırılmış ve halkın ilgisi çekilmeye çalışılmıştır. Bu yolda sanat eğitimi veren okullar, konservatuarlar açılmış, yurt dışından çok sayıda uzman getirtilerek genç sanatçılar yetiştirilmiştir. Atatürk müzik icra eden, tiyatro oynayan ya da resim yapan bir sanatçı değildir. Ancak O; kişiliğiyle, güzel söz söyleme ve konuşma yeteneğiyle, sanata ve sanatçılara verdiği önem ve yüklediği misyonla ve hatta giyim tarzıyla sanatçı kişiliğini ispatlamış bir devlet adamıdır. Bu konuda ?Sanat güzelliğin ifadesidir. Bu ifade söz ile olursa şiir, ezgi ile olursa müzik, resim ile olursa ressamlık, oyma ile olursa heykeltıraşlık, bina ile olursa mimarlık olur?tarzında pek çok sözü de mevcuttur. Atatürk´ün sanatçı kişiliği, onun sanata ve sanatçıya olan bakışını, yaklaşımını ve beklentilerini çok etkilemiş, hatta verdiği bu değer söylem ve eylemlerine kadar yansımıştır.

Kemal Atatürk´ün kültür alanında yapmış olduğu çalışmalara kısaca bakacak olursak;

Dil Alanında Yapılan Çalışmalar

Lâtin alfabesi meselesi Osmanlı İmparatorluğu´nun son dönemlerinde, bilhassa II. Meşrutiyet döneminde tartışılmaya başlanmış önemli bir konudur. Cumhuriyet döneminde ise ilk kez Türk İktisat Kongresi´nde gündeme gelmiştir. Bundan sonraki ilk icraat ise 23 Mayıs 1928 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile bir dil heyetinin oluşturulmasıdır. Lâtin harfleriyle yeni Türk alfabesini hazırlamakla görevlendirilen bu dil encümeninin çalışmaları sonucunda İbrahim Grantay´ın kaleme aldığı Alfabe Raporu, İstanbul konuşma dilini ve tek harfli yazı sistemini esas almıştır. Heyetin yaklaşık 5-6 yılda işlev kazanacağını söylediği proje, Atatürk´ün direktif ve çabaları sonucunda 3 ay gibi kısa bir sürede tamamlanmıştır.

CHP´nin Sarayburnu´nda 9/10 Ağustos 1928 günü düzenlediği geceye katılan Atatürk, yaptığı tarihî Sarayburnu konuşmasında yeni Türk harfleri hakkındaki düşüncelerini ve bu vasıtayla milletimizin ?yazısile, kafasile bütün âlemi medeniyetin yanında olduğunu? göstereceğine dair inancını dile getirmiştir. Ardından da yeni yazıyı halka tanıtmak ve sevdirmek amacıyla Başöğretmen sıfatıyla yurt gezilerine çıkmıştır. Bundan sonra Mecliste 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun oybirliği ile kabul edilmiştir. Yasa 3 Kasım 1928 günlü Resmî Gazete´de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Atatürk alfabe değişimini, Türk milletini cehaletten kurtaracak, kendi güzel ve asil diline kolay uyum sağlayacak bir vasıta, daha doğrusu bir anahtar olarak görmüştür.

Harf İnkılâbı, beraberinde yabancı kökenli kelimelerin Türkçeden atılması ve yerine yeni karşılıklar bulunması gibi bir problem yaratmıştır. Bu problem, özellikle 1932 sonrası başlayacak olan dilde sadeleşme çabalarının hareket noktası olmuştur. Aynı günlerde Atatürk´ün inisiyatifi ve himayesinde Türk Dili Tetkik Cemiyeti´nin kurulması kararlaştırılmıştır. Nitekim 12 Temmuz 1932´de kurulan bu cemiyet, Türk Dil Kurumu´nun da ilk nüvesini oluşturmuştur. Türk Dili Tetkik Cemiyeti´nin kurulmasının hemen ardından Dolmabahçe Sarayı´nda 26 Eylül 1932 günü I. Dil Kurultayı toplanmıştır. Bunu 18-25 Ağustos 1934 tarihleri arasında Dolmabahçe Sarayı´nda toplanan II. Türk Dil Kurultayı takip etmiştir. Bu kurultayda, Türkçenin dünya dilleri arasındaki yeri ile son iki yılda yapılan çalışmalar üzerinde durulmuştur. Kurultayın ardından 26 Eylül´de ise Öz Dil Bayramı kutlanmıştır. İki yıl sonra, 24-31 Ağustos 1936 tarihleri arasında ise III. Türk Dil Kurultayı toplanmıştır. Bu kurultayın aldığı önemli kararlardan biri, Türk Dili Tetkik Cemiyeti´nin adının Türk Dil Kurumu olarak değiştirilmesidir. Yerli ve yabancı çok sayıda dilcinin katıldığı kurultayın esas konusunu ise Güneş-Dil Teorisi oluşturmuştur. Viyanalı dilci Kvergic´e ait olan bu teori, bütün dillerin başlangıç noktasının Orta Asya dolayısıyla tüm dillerin de Türkçe kökenli olduğu esasına dayandırılmıştır.

Dilde sadeleştirme çalışmaları sonucunda 1935 sonrası verilen anlaşılmaz nutuklar ve yazışmalar üzerine Atatürk, içinde bulunulan çıkmazın farkına vararak bu gidişattan küçük bir manevra ile dönmenin çarelerini aramaya başlamıştır. İşte bu noktada Güneş-Dil Teorisi ona istediği manevrayı sağlamış ve şimdiye kadar kullanılan kelimelerin de yine kendi dilimize ait olduğu ispatlanmaya çalışılmıştır. Fakat tüm bu çabalara rağmen Güneş-Dil Teorisi, bilimsellikten ziyade politik bir yaklaşım ve çözüm yolu arayışı, hatta adı üzerinde sadece bir teori olmaktan öteye geçememiştir.

Tarih Alanında Yapılan Çalışmalar

Tarih okumak, tarih bilmek, tarih yazmak ve bir tarih şuuruna sahip olmak. Bu meziyetlerin hepsine sahip olduğunu gördüğümüz Atatürk, daha öğrencilik yıllarından itibaren tarih derslerini çok sevmiş, tarihle daima meşgul olmuş ve bilgisini artırmak için de büyük bir merakla okumuştur. Milletçe girdiği mücadelede ve Cumhuriyete attığı ilk adımda da bu kuvvetli tarih bilinciyle hareket etmiştir. Kütüphanesindeki kitaplardan, onlara düştüğü notlardan dünya tarihi, İslâm tarihi ve özellikle de Türk tarihi ile yakından ilgilendiğini öğreniyoruz. Devleti kurduktan sonra da ?Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinden kuvvet bulacaktır?felsefesiyle hareket eden Atatürk´ün tarihi, milliyetçiliğin bir parçası ve bir ulusu ayakta tutabilmenin de temel unsurlarından biri olarak gördüğü son derece açıktır.

Afet İnan´ın anlatımına göre tarih alanındaki çalışmalar, Atatürk´ün 1928 yılında Fransız coğrafya kitaplarının birinde, Türk ırkının sarı ırka mensup olduğu ve Avrupa zihniyetine göre ikinci sınıf bir insan tipi olarak gösterildiğini okuması ile başlamıştır. Batı dünyası, Türkler ve Türk tarihi hakkında son derece önyargılı idi. Onların gözünde dünya medeniyetinde Türklere yer yoktu ve bu düşüncelerini eserlerinde sürekli dile getiriyorlardı. Cumhuriyet döneminde, her şeyden önce Batılıların hafızalarındaki bu taassup silinmeye, Türklere kendi tarihleri öğretilmeye, belgelere ve ilmî metotlara dayalı bir tarih anlayışı geliştirilmeye çalışılmıştır.

Tarih alanındaki çalışmalar, Atatürk´ün 28 Nisan 1930´da Türk Ocakları Kurultayı´nın son toplantısında söz alarak konuşma yapmasıyla başlamıştır. Konuşmaların ardından verilen bir önergenin kabulü ile de 16 kişiden oluşan bir Türk Tarih Heyeti kurulmuştur. Bugünkü Türk Tarih Kurumu´nun çekirdeğini oluşturan bu heyet, 15 Nisan 1931 tarihinde de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti adını alarak tüzel kişilik kazanmıştır. Cemiyet, kuruluşunu takip eden bir yıllık süreçte, ortaya atılan tarih tezini içeren Türk Tarihinin Ana Hatları isimli 620 sayfalık bir kitap hazırlamıştır. Türk Tarihinin Ana Hatları Medhal Kısmı adıyla hazırlanan kitap ise Millî Eğitim Bakanlığı tarafından 1931 yılında bastırılmıştır. Millî Eğitim Bakanlığı bundan sonraki günlerde ortaokullar için 3, ilkokullar için de 2 ciltlik yeni tarih kitaplarını yazdırmaya devam etmiştir.

Diğer bir çalışma ise 1929-32 yılları arasında şekillenen tarih tezini tanıtmak, tarih kitaplarını geliştirebilmek ve bu tezin tüm öğretmenlere anlatılmasını sağlamak maksadıyla bir kurs düzenlemek olmuştur. 14 Şubat 1932´de Atatürk, Temmuz ayı içinde tarih öğretmenlerinin de iştiraki ile bir Tarih Öğretmenleri Kursu toplanmasını istemiş, fakat daha sonra bu toplantıya I. Tarih Kongresi adı verilmiştir. 2-11 Temmuz 1932 tarihlerinde toplanan I. Tarih Kongresi, Atatürk´ün ve çok sayıda davetlinin katılımı ile açılmıştır. Açılış konuşmasını dönemin Maarif Vekili Mahmut Esat Bozkurt´un yaptığı kongrede, 33 kişi de konferans vererek müzakerelere katılmıştır.

Çalışmaların hızla sürdüğü o günlerde, Türk inkılâbının halka tüm ayrıntılarıyla anlatılması gerektiği fikri ağırlık kazanmıştır. Nitekim bunun üzerine, 4 Mart 1934 tarihinde İstanbul Üniversitesi´ne bağlı bir Türk İnkılâp Enstitüsü açılarak öğrencilere İnkılâp Tarihi dersleri verilmeye başlanmıştır. Dersler Recep Peker, Mahmut Esat Bozkurt, Yusuf Kemal Tengirşenk gibi isimler tarafından verilmiştir. Bu dersin yükseköğretim kurumlarında okutulmasının ana hedefi ise Türk inkılâbını her yönüyle daha geniş kitlelere yaymak olarak belirlenmiştir.

20-25 Eylül 1937 tarihleri arasında Dolmabahçe Sarayı´nda toplanan II. Türk Tarih Kongresi altı gün sürmüş ve kongreye ilk defa yabancı bilim adamları da katılmıştır. Tarih kongreleri Atatürk´ün ölümünden sonra da toplanmaya devam etmiştir. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, 3 Ekim 1935 tarihinde dil inkılâbının da etkisiyle Türk Tarih Kurumu adını almıştır. Kurum, kurulduğu günden itibaren yoğun bir çalışma temposu içinde olmuş ve çok sayıda yayın yapmıştır.

Arkeoloji Çalışmaları ve Müzecilik

Osmanlı Devleti´nin son yıllarında başlayan kazı çalışmaları ve müzecilik faaliyetleri, Cumhuriyet döneminde tekrar gündeme getirilmiştir. Atatürk, Türk medeniyetinin derinlemesine incelenmesi ve eski uygarlıkların tanınması için arkeoloji ve antropolojiye önem vermiş, büyük bir ileri görüşlülükle bu alandaki çalışmalara öncülük etmiştir. 1936 yılında ?Bu eserler hepimizin ulusal, müşterek malıdır. Onun için bu eserleri yıkılmaktan, harap olmaktan, yabancı ellere ve emellere geçmekten korumak her Türk için bir vazifedir? denilerek eski eserlerin ortaya çıkarılmasının, sahip çıkılmasının ve korunmasının millî bir görev olduğu üzerinde durulmuştur. Bu bağlamda Atatürk, özel bir çalışma programı hazırlatmıştır. Buna göre; bütün tarihî eserlerin korunması, açıkta bulunan kültür eserlerinin devlet tarafından koruma altına alınması, halkın bu eserlere sahip çıkması için popüler yayın ve propagandaların yapılması, memlekette bulunan eserlerin kopyalarının yaptırılması, belli şehirlere müzeler açılması, arkeolojik ve antropolojik araştırma ve kazılar yapılması, küçük çaplı kazılara başlanması karara bağlanmıştır. Aynı günlerde pek çok bölgede yabancı uzmanların yanı sıra başta Arif Müfid Mansel gibi Türk arkeologların da katılımı ile kazı çalışmalarına başlanmış, bulunan eserler Dolmabahçe Sarayı´nda teşhir edilmiştir.

Arkeolojide müzeciliğin gerçekten büyük bir önemi ve yeri vardı. İşte Atatürk´ün bu bilinçle 1924 yılında açtığı ilk müze Topkapı Sarayı olmuştur. 1927 yılında ilk bölümleri açılan Topkapı Sarayı´nı Atatürk 10 Şubat 1933´de ziyaret etmiştir. En son ziyareti de yine 10 Şubat 1936 tarihine denk gelmiş ve Atatürk burada saatlerce kalarak incelemeler yapmıştır. Bu arada 1925 Ocağında Topkapı Sarayı Müzeler İdaresi, Dolmabahçe ve Beylerbeyi Sarayları ile birlikte Millî Saraylar adı altında kurulacak müdürlüğe bağlanmıştır. Ayasofya, Kariye ve Trabzon´daki Ayasofya gibi yerler Anıt Müze kapsamına alınmıştır. Yapımı 1927 yılında tamamlanan ve 1250 parça eserin teşhir edildiği Ankara Etnografya Müzesi ise ancak 1928 yılında açılabilmiştir. Atatürk müzeyi 15 Nisan 1928´de ziyaret etmiştir. Atatürk´ün kurulmasını çok arzu ettiği ve çalışmalarını yakından takip ettiği Etnografya Müzesi, ölümünden sonra O´nu, naaşının Anıtkabir´e nakledildiği 1953 yılına kadar tam on beş sene misafir etmiştir.

Sanat Alanında Yapılan Çalışmalar

Müzik

Sanatın her dalıyla yakından ilgilendiğini gördüğümüz Atatürk, özellikle müzik için yoğun mesai harcamıştır. 1930´lu yıllara damgasını vuracak olan Musiki İnkılâbının en büyük hedefi, Klasik Türk Müziğinin evrensel boyutlarda bir müzik türü haline gelebilmesi ve çok sesli müziğin Türk halkına benimsetilmeye çalışılması olarak belirlenmiştir.

Osmanlı döneminde Muzıka Mektebi´nden sonra belki de ikinci konservatuar diyebileceğimiz bir kurum olan Dârülelhan (güzel sesler, nağmeler evi), 10 Ocak 1917 tarihinde Türk ve Batı Müziği alanlarında müzik öğretmenleri yetiştirmek üzere açılmış bir kurumdu. Cumhuriyet döneminde bu kurum, Maarif Vekâletinin 9 Aralık 1926 ve 22 Ocak 1927 tarihlerinde aldığı kararlar neticesinde İstanbul Belediyesine bağlanarak adı İstanbul Belediye Konservatuarı´na çevrilmiştir. Okul tamamen yeni zihniyet ve anlayışın etkisiyle yapılanmış ve çalışmalarında daha çok Batı müziğine ağırlık verilmiştir. 1934 yılında, İstanbul Belediye Konservatuarı bünyesinde Cemal Reşit Rey´in şefliğinde bir de Yaylı Orkestra kurulmuştur. Bu tarihten itibaren etkinlik gösteren Yaylı Orkestra, 1944 yılında İstanbul Şehir Orkestrası´na dönüşmüştür. 1972´de ise İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası adını alan orkestra, çalışmalarını bugün de başarıyla sürdürmektedir.

Cumhuriyetin ilanı sonrası İstanbul´daki bu gelişmeleri Ankara´da Musiki Muallim Mektebi´nin açılması takip etmiştir. 1 Eylül 1924 tarihinde kurulan Mektebin amacı, sanatçıdan çok öncelikle orta öğretim için müzik öğretmeni yetiştirmek, ikinci olarak da sonraki süreçte Millî Musiki ve Temsil Akademisi´nin kurulmasını sağlamak şeklinde belirlenmiştir. Musiki Muallim Mektebi 1934 yılından itibaren 1) Musiki Muallim Mektebi 2) Riyâseticumhur Filârmoni Orkestrası 3) Temsil Şubesi olmak üzere üç bölüm halinde varlığını sürdürmüştür. Bir süre bu şekilde öğretime devam eden Mektep´ten Haziran 1936 tarihinde ilk olarak Riyâseticumhur Filârmoni Orkestrası koptu. Ardından da 1936-37 öğretim yılında yine Musiki Muallim Mektebi bünyesinde bir ?Millî Musiki ve Temsil Akademisi? oluşturuldu. Ancak yeterli görülmeyen bu akademi yerine 6 Mayıs 1936 tarihinde kabul edilen bir yasayla Ankara Konservatuarı kuruldu. Ankara Devlet Konservatuarı´nın kurulması Atatürk´ün en büyük kültür inkılâplarından biri olarak tarihe geçmiştir.

Atatürk, hayatı boyunca ?en zor inkılâp? olarak nitelendirdiği Müzik İnkılâbı için çok mesai harcamıştır. 1933 yılında Muzıka-yı Hümayun, İstanbul´dan Ankara´ya getirilmiştir. ?Riyâseticumhur Musiki Heyeti? adını alan heyete önceleri Osman Zeki Üngör, daha sonra da Adnan Saygun şeflik yapmıştır. Heyetin adı 1933 yılında Cumhurbaşkanlığı Filârmoni Orkestrası, 1958´de ise Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası olarak değiştirilmiştir. Orkestra aynı isimle günümüzde de çalışmalarını sürdürmektedir.

Opera ve Bale

İmparatorluk döneminde bilhassa Sultan Abdülmecid ve sonrasında gelişme imkânı bulan operanın Cumhuriyet döneminde önem kazanması ve eğitim kurumlarında yerini alması Atatürk´ün kişisel çabalarının bir sonucudur. Musikiyi hayatın ruhu ve neşesi olarak nitelendiren Atatürk´ün bu konuda yaptığı çalışmaların en mühimi, eğitim amacıyla yurt dışına çok sayıda öğrencinin gönderilmesidir. Nitekim bu politikanın sonucunda, batının belli başlı akademilerinden mezun olan çok sayıda ünlü besteci yetişmiştir. Türk Beşleri olarak da bilinen Cemal Reşit Rey, Hasan Ferit Alnar, Ulvi Cemal Erkin, Ahmet Adnan Saygun ve Necil Kâzım Aksesbu isimlerin başta gelenleridir. Bu süreçte çok sesli müzik alanında önemli eserler ortaya konulmuştur. 1934 yılında sözlerini Münir Hayri Egeli´nin yazdığı, müziklerini A. Adnan Saygun´un yaptığı 3 perdeden oluşan Özsoy Operası hazırlanmıştır. Tarihe ilk Türk Operası olarak geçen bu eser, 19 Haziran 1934 tarihinde konuk İran şahı Rıza Pehlevi ve Atatürk´ün huzurlarında ilk kez sahneye konmuştur.

Osmanlı döneminde baleyle ilgili ilk ciddi çalışmalar Sultan II. Mahmud ve Abdülaziz dönemlerinde yapılabilmiştir. Yabancı bale grupları, Halepli Naum Efendi´nin Beyoğlu Tiyatrosu ve Güllü Agop Tiyatrosu´nda oyunlar sergilemişlerdir. Cumhuriyet döneminde de bale sanatı ile yakından ilgilenilmiştir. İstanbul´da özel bir bale stüdyosu kurarak bale eğitimi veren Lydia Krassa Arzumanova´nın Türkiye´ye gelmesini sağlayan ve onun görüşlerini alan kişi Atatürk olmuştur. İlk bale okulu ise İngiliz Kraliyet Balesi yöneticisi Dame Ninette de Valois´in 1947 yılında İstanbul´a gelmesi ile 1948´de Yeşilköy´de açılmıştır. Yeşilköy Bale Okulu, Mart 1950´de çıkan bir kanun sonucunda Ankara´ya taşınmış ve Ankara Devlet Konservatuarı´nda bir bölüm olarak yerini almıştır.

Resim ve Heykel

Osmanlı döneminde Türk resim sanatının gelişmesinde; Batılı anlamda Türk resminin temelini atan Osman Hamdi, Şeker Ahmet ve Süleyman Seyid gibi isimlerin ülkeye dönmesi, 1883´de Sanâyi-i Nefîse Mektebi´nin açılması, 1908´de Osmanlı Ressamlar Cemiyeti´nin kurulması ile gençlerin (İbrahim Çallı, Avni Lifij, Nazmi Ziya, Namık İsmail vs.) düzenli bir şekilde Avrupa´ya eğitim için gönderilmeleri gibi gelişmeler önemli bir yer tutmuştur. Cumhuriyet döneminde ise resim dersinin okullara zorunlu ders olarak konulması ve dersi verecek öğretmenlerin yetiştirilmesi alınan kararların başında gelmiştir. Bunu 1932´de Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü´nün kurulması, Sanâyi-i Nefîse Mektebi´nin 1927´de Güzel Sanatlar Akademisi´ne dönüştürülmesi izlemiştir. Atatürk döneminin belki de son sanatsal etkinliği, 20 Eylül 1937 günü İstanbul Resim ve Heykel Müzesi´nin açılması olmuştur. Dolmabahçe Sarayı Veliaht Dairesi´nin tahsis edildiği bu müze Atatürk´ün emriyle açılmıştır. Bütün bu süreç zarfında, başta Atatürk olmak üzere dönemin yöneticileri ve sanatçıları, topluma resim ve heykel sanatını sevdirmeyi, sanatı duyurmayı ve ulusal sanat zevkini geliştirip yaygınlaştırmayı hedeflemişler ve bunun için de büyük uğraş vermişlerdir.

Osmanlı sanatında geleneği olmayan heykelin bir sanat dalı olarak kabul edilip gündeme gelmesi Sanâyi-i Nefîse Mektebi´nin açılışı ile olmuştur. Heykel sanatının bizde gerçek anlamda ön plana çıkarak gelişmesi ise ancak Cumhuriyet ile birliktedir. Bilhassa Cumhuriyetin ilk on yılında çok sayıda sanatçı (Mahir Tomruk, Ali Hadi Bara, Zühtü Müridoğlu, Sabiha Bengütaş vs.) Güzel Sanatlar Akademisi´nde hoca olarak birikimlerini öğrencileriyle paylaşmışlardır. Heykel sanatçıları, 1930 ve sonrasında Türkiye´deki sanat ortamını hareketlendiren çok sayıdaki sergide, sınırlı sayıdaki eserleriyle kendilerini tanıtmaya ve sanatı halka benimsetmeye çalışmışlardır. Atatürk, heykel sanatını topluma ulaştırmak ve sanatçıları teşvik etmek için anıt heykellerin yapılmasına da öncü olmuştur. Anıt heykellerin ilki, Avusturyalı heykeltraş Heinrich Krippel tarafından yapılan ve 3 Ekim 1926 günü Sarayburnu´nda açılan Atatürk Heykeli´dir. Cumhuriyet döneminde bir Türk sanatçısı tarafından yapılan ilk anıt ise Nijat Sirel´in İzmir Atatürk Heykeli (1929)´dir.

Tiyatro ve Sinema:

Batı tarzı tiyatronun ülkeye girmesine kadar olan süreçte Türk tiyatrosu, Karagöz-Hacivat, ortaoyunu, tulûat gibi geleneksel tiyatromuzun örnekleri ile varlığını sürdürmeye çalışmıştır. Aydınlar için özel bir sanat ve uğraş alanı olan tiyatro, halk için ise sıradan eğlencelerden biri olarak görülmüştür. Ancak Osmanlı döneminde tiyatronun benimsenmesinde, yerleşmesinde ve gelişmesinde asıl rolü yine saray oynamıştır.

Cumhuriyet döneminde kültür alanındaki en önemli gelişmelerinden biri, 1914 yılında kurulmuş olan ve ?Güzellikler evi? manasına gelen Dârülbedâyi´nin İstanbul Belediyesine bağlı bir kurum haline getirilmesidir. Kurumun bu yeniden yapılanma sürecinde, yurt dışından yeni dönen Muhsin Ertuğrul´un 1927 yılında Dârülbedâyi´nin başına getirilmesi son derece etkili olmuştur. 1930´da belediyeden ödenek alan bir tiyatro durumuna gelen Dârülbedâyi, 1931´de Şehir Tiyatrosu veEkim 1934´te de İstanbul Şehir Tiyatrosu adını almıştır.

Şehir Tiyatrosu´nun kurulması, kadınların sahnede yerini alması ve en mühimi de Ankara Devlet Konservatuarı´nın açılması, tiyatro adına Cumhuriyet dönemine damgasını vuran gelişmelerin başında gelmiştir. 1936 yılı, Ankara Devlet Konservatuarı´nda hem müzik hem de tiyatro bölümü için gerçek anlamda bir dönüm noktasıdır. Kuruma, Musiki Muallim Mektebi´nin Temsil Sınıfları ismiyle yeni bir bölüm eklenmiştir. 6 Mayıs 1936 tarihli karar gereğince de bu şube Devlet Konservatuarına dönüştürülmüştür. Carl Ebert´in kurduğu teşkilât sayesinde kurumda çok sayıda öğrenci yetiştirilmiştir. Öyle ki, bu dönemde yetişmiş isimler daha sonra Türk tiyatro ve operasında adından sıkça söz edilen isimler olmuşlar ve yönetime kadar gelmişlerdir.

Sinemanın Türkiye´deki serüveninin başlangıcı noktası hakkında henüz kesin bilgilere sahip değilsek de; ülkenin sinematograf aleti ile tanışıklığının 1896 yılı başlarında olduğu, sinema aletine lazım olan elektrik lambalarının Fransız sefareti vasıtasıyla gümrüksüz geçirildiği ve yine o yıllarda özellikle İstanbul´a çok sayıda sinema makinesinin girdiği artık netleşen ayrıntılardır. Halka açık ilk sinema gösterisi, 16 Ocak 1897 tarihinde Galatasaray´daki Sponeck isimli bir birahanede Sigmund Weinberg sayesinde gerçekleştirilmiştir. İkinci Meşrutiyet´in ilânına kadar olan süreçte sinema, Osmanlı topraklarında hızla yayılmış ve halkın rağbet gösterdiği eğlencelerden biri olmaya başlamıştır. İlk sinema salonu 30 Ocak 1908´de Pathe Sineması adıyla açılmıştır. Weinberg, Taksim Tepebaşı´nda yaptırdığı bu sinema ile hem sinemanın salonlara yayılarak İstanbul´un eğlence dünyasındaki yerini almasını hem de İstanbul´un Beyaz Perdenin merkezi haline gelmesini sağlamıştır.

Türklerin çektiği ilk film, Fuat Uzkınay´ın Ayastefanos´taki Rus Abidesinin Yıkılışı isimli belgeseli olmuştur (14 Kasım 1914). Uzkınay, Osmanlı Devleti´nin 1914 yılında İtilaf Devletlerine karşı savaşa girmesi üzerine, Yeşilköy´de Ruslar tarafından dikilen anıtın bombalanmasını filme çekmiştir. Birinci Dünya Savaşı başında Almanya´ya giden ve burada sinema ile tanışarak Alman ordu sinemasının çektiği filmleri izleyen Enver Paşa, yurda döner dönmez bir sinema kolunun kurulması emrini vermiştir. Böylelikle 1915 yılında kurulan Merkez Ordu Sinema Dairesi, bir İslâm ülkesindeki ilk resmî sinema teşkilâtı olarak tarihe geçmiştir. 1922 yılında ise Kemal ve Şakir Seden kardeşler tarafından Türkiye´nin ilk özel yapımevi olan Kemal Film kurulmuştur.

1923 ve sonrasında Türk sineması genellikle Tiyatrocular Dönemi (1923-1939) olarak nitelendirilmiştir. Çünkü bu dönemde sinema, hem tiyatronun en ünlü isimlerinden biri olan Muhsin Ertuğrul hem de Dârülbedâyi sanatçılarının etkisi, daha doğrusu tekelinde kalmıştır. Cumhuriyet´in ilânından altı ay önce gösterime giren Ateşten Gömlek filmi, Ertuğrul´un ve Türk sinema tarihinin ilk önemli filmi olarak kabul edilmiştir. Muhsin Ertuğrul, 1932 yılında Kurtuluş Savaşını konu alan Bir Millet Uyanıyor isimli filmi de çekmiştir. Senaryosunu Nizameddin Nazif Tepedelenlioğlu´nun yazdığı filmin bir bölümünde Atatürk´ün görüntüsünün kullanılması söz konusu olmuştur. Türkiye´de inkılâpların hızla gerçekleştirildiği bu dönemde Atatürk, kültür sanat üzerine yaptığı konuşmalarda zaman zaman sinemaya da yer ayırmış ve sinemaya gereken önemin verilmesini şu ifadeler ile dile getirmiştir: ?Sinema öyle bir keşiftir ki bir gün gelecek, barutun, elektriğin ve kıtaların keşfinden çok dünya medeniyetinin veçhesini değiştireceği görülecektir. Sinema, dünyanın en uzak köşelerinde oturan insanların birbirlerini sevmelerini, tanımalarını temin edecektir. Sinema insanlar arasındaki görüş, düşünüş farklarını silecek, insanlık idealinin tahakkukuna en büyük yardımı yapacaktır. Sinemaya layık olduğu ehemmiyeti vermeliyiz?. Sonuç itibarıyla sinema, Ankara´nın gözünde etkili bir iletişim sanatı, halk terbiyesinde kullanılacak bir eğitim ve eğlence vasıtası olarak yerini almış ve Cumhuriyetin ilk günlerinden itibaren gelişimini sürdürmüştür. Bu süreçte Atatürk, sinemaya olan ilgisini zaman zaman dile getirmiş ve çeşitli şekillerde de göstermeye çalışmıştır.

Kısaca ifade etmeye çalıştığımız tüm bu gelişmeler, Atatürk´ün 1931-1938 yılları arasında başlatıp uygulamaya çalıştığı kültür politikasının temel basamaklarıdır. Bu hareketin ortak amacı ise çağdaşlaşmak, ilerlemek ve yükselmek olarak belirlenmiştir. Temel ilke ?İstiklâl-i tam? yani tam bağımsızlık, hedef ise çağdaşlaşmaktır. Bağımsızlık aslında her alanı kapsamaktadır. Kültürel bağımsızlık ise bunlar içerisinde en önemli olanıdır. Bu bağlamda Türk inkılâbının başlı başına bir kültürel değişim ve inkılâp modeli olarak tarihe geçtiğini söylemek mümkündür.

/resimler/2016-1/21/1502361800731.jpg/resimler/2016-1/21/1503043832506.jpg/resimler/2016-1/21/1503184613981.jpg/resimler/2016-1/21/1503325239327.jpg/resimler/2016-1/21/1503471802003.jpg/resimler/2016-1/21/1504084146220.jpg/resimler/2016-1/21/1504253990311.jpg

                      DR. SEDA BAYINDIR ULUSKAN KİMDİR?

İlk ve orta öğrenimini Bandırma´da tamamladıktan sonra Marmara Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü´nden mezun oldu. Aynı üniversitede Adana Ermeni İsyanı (1909) konulu tez ile Yüksek Lisans, İstanbul Üniversitesi´nde de Atatürk´ün Sosyo-Kültürel Politikaları (1931?1938) konulu tez ile Doktora öğrenimini tamamladı. 1995?1998 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü´nde çalıştı. 1999 yılından bu yana ise İstanbul Teknik Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bölümü´nde görev yapmaktadır.

 

YAZARLAR

  • Cumartesi 24.8 ° / 13.8 ° false
  • Pazar 25.4 ° / 14.4 ° Bölgesel düzensiz yağmur yağışlı
  • Pazartesi 25.6 ° / 13 ° Güneşli
  • BIST 100

    9693,46%1,77
  • DOLAR

    32,58% 0,35
  • EURO

    34,75% 0,10
  • GRAM ALTIN

    2507,64% 0,95
  • Ç. ALTIN

    4181,01% 0,22