Ahmet ERDOĞDU


GİDİP DÖNEMEYENLERİN HİKÂYESİ ADI YEMEN´DİR ? 3


Değerli okurlar, bu hafta size Mustafa Balbay´ın ?Yemen Türkler Mezarlığı? adlı kitabından aldığım Çakıt suyunun üzerindeki köyünde yaşayan Emine Bacının hikayesini anlatacağız. Burada o zamanın Türkçesine fazla dokunmadık çünkü hikayeyi o zamanların diliyle anlatmak daha anlamlı olur düşüncesindeyiz.

Halkevleri dergisi Ülkünün Eylül 1935´te yayımla­nan 31. sayısındaki Ferid Celal Güvenin "Yemen Türküsü" adlı ya­zısından, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Yemen yarasının nasır bağ­lamamış sızıları sözcük sözcük dökülüyor.

Sıcaktan yorgun düşen şehir, akşam olunca soluğu daralmış bir insan gibi serilmişti. Irmağın üzerindeki su dolapları gevşek, ağır bir inilti içinde kanatlarını söğüt dallarına çarpa çarpa dönüyor, yarasa­lar tembel tembel uçuşuyor... Bu yorgun, buğulu havayı ara sıra bir baykuş sesi bıçak gibi kesiyor. Toprak gündüzden emdiği güneşin kızgın dalgalarını hâlâ püskürtüyor, duvar dipleri bir fırın ağzı gibi alev saçıyor­du.

Damın bir kenarına serilmiş hasırın üzerinde başımı bir Lo taşına dayamış gittikçe lacivertliği koyulaşan gökyüzündeki yıldızlara bakıyordum. Samsun yolu, zamanla toprak bahtında sedefleşmiş cam bir bi­lezik gibi gökyüzünü ortadan ikiye ayırıyor... Akşam yıldızı, sarı bir mum ışığına ne kadar benziyor... Daha sonra ufkun biraz yukarısında görünen ülker; soğuk bir pınar suyunda buğulandırılmış bir salkım beyaz üzüm gibi pırıl pırıl yanarak aşağı sarkıyor... Kutup yıldızı, buna köylüler demir kazık diyorlar, çevresinde parlaklıkları birbirine ben­zeyen yedi yıldız, ?Güya; yaşadığı zamanlarda haksız olarak başı ke­silmiş bir babanın yedi oğlu varmış. Babalarının ruhu öldürüldükten sonra göklere çekilmiş, öndeki dört yıldız tabutun dört köşesine yapışan büyük oğulları, arkadakiler ellerinde su taşıyan üç küçük oğul... Haksız yere başı kesilen babalarının ölüsünü yedinci kat göğe Tanrının önü­ne götürüyorlar...

Dünyada böyle haksızlığa uğrayanlar üstünü çiğnediğimiz top­raklarda kalmazlar, haksızlığın yaşadığı yerde mazlum bulutların do­laştığı boşluklara yükselir..."

Bu masal; güçlükle ciğerimde dolaşan sıcak havayı ince bir süz­geçten geçirerek serinlendiriyor. Akımdaki hasırı bir kanat yaparak serin, yıldızlı boşluklarda uykusunda uçan bir adam-çocuk saffetiy­le uçmak istiyorum.

? Uyuma oğlum... Asker nöbet çalacak...

Uzaktaki meydanlığı dolduran çadırların etrafına sanki yüzlerce ateşböceği konmuş... Sesler bazen büyüyor, bazen iyice anlaşılmadan kayboluyor... Ara sıra keskin bir boru sesi, bu sıcak ağustos gecesi­nin içine dalıp boğuluyor... Uzaktan bir üfürmeyle sönecek gibi gö­rünen bu bir yığın ışığın içinden ezgin havalar işitiliyor... Asker nö­bet çalıyor.

Hasırın bir köşesinde Emine bacı oturuyor; sanki oraya çivilen­miş ne bir şey diyor, ne kımıldıyor. Anam ona soruyor:

? Emine bacı askerlerin çaldıkları güzel mi?

"Güzel mi, kötü mü, ne bileyim hatın... Yalnız içimi eziyor, yüreğim ağzıma geliyor tıkanıyor? Memed gidecek de gelmeyecek gibi geliyor??

Emine bacı, oğlanın üzerine öyle kötü şeyler yorma... Her as­kere giden gelmeseydi bu yurdda adam kalmazdı...

"Sanki kaldı mı? Bacı! Onlar yaylaya geyik avına çıkmıyorlar, Yemen´e gidiyorlar Yemen´e! Oraya gidip de dönen kaç babayiğit gör­dük? Dal gibi yavrular ya gittiler dönmediler, ya döndüler kötürüm olup ocak başında kaldılar. Yemen bu bacı... Yemen! Kızgın saca dokunulur mu, güneşe göz dayanır mı? Peygamber yurdu diye yürekle­rimizi koparıyorlar, onları cehenneme kütük atar gibi çölün ortasına atıyorlar. Beni günaha sokma bacı, oğlun var büyüyor, Tanrı onu bu kötü rüyadan saklasın..."

Bari Memed´in yanında böyle deme, sonra oğlanın yüreği al­tüst olur.

O gittiği yerin ne olduğunu benden daha iyi biliyor. Dedesi git­ti gelmedi, babası gitti dönmedi, emmisi gitti sesi çıkmadı, gidip dön­meyen yerlere gitmenin ne olduğunu anlamayacak çağda değil ki... Onun niyeti kötüydü, çöle gidip Arapla boğuşacağıma, dağa çekilir kendi ilimin, kurduna kuşuna yem olurum diyordu...

Biz bugüne kadar eteğimize kir getirmedik, hükümet zaptiyesi oca­ğımızın başından asker kaçağı kaldırmadı... Ona ?Git oğlum, Tanrı ke­rimdir,? dedim. ?Kaçak anası olmayı bana yakıştırır mısın? Günü ge­len ölür... Sen çok tazesin, ecel senin gibi çiçeklere dokunmaya utanır...? dedim. O öyle bir yüzüme baktı ki içimden bir iğne geçti sandım.

?Korkma ana, ben soyumuza kir getirmem. Yalnız Tanrının Yemen´deki kuyusu çok derin olacak ki giden düşüp kalıyor? dedi.

O sabah asker, çadırını yıkmış, katırlarını yükletmiş istasyona doğ­ru yürüyüşe geçmişti. Askerin önünde bir muzika yürüyordu, iriyarı kara sakallı bir asker alayın önünde kırmızı meşin kılıf içindeki bay­rağı taşıyordu. Kalın, boğucu bir toz bulutu içinde yürüyen askerle­rin yanında başı açık, çıplak ayaklı çocuklar, çarşaflarını omuzlarından geriye atmış değneğine dayana dayana yürüyen ihtiyar kadınlar, göz­lerinin yaşlarını örtülerinin kenarlarına silen genç gelinler de hızlı hızlı yürüyorlardı.

Bunları seyreden çok kamburlaşmış bir ihtiyarın kulağına bir ço­cuk bağırıyor:

? Yemen´e gidiyorlar... Baba... Yemen´e...

İstasyonun küçük bir çinko saçağı altında, dut ağaçlarının diple­rinde karışık bir kalabalık bir dala asılmış arı hevengi gibi kaynaşıp uğulduyor. Değneklerini yere vura vura ´sebil... sebil...´ diye bağrışan kör dilenciler kırık testilerden su dağıtıyorlardı.

Artık askerler trene iyice yerleşmiş, vagonların etrafına süngülü nöbetçiler konmuş, kalanlarla gidenlerin arasına süngüden bir çit çe­kilmişti. Lokomotifin istim borularından çıkan ıslık sesleri trenin yü­rümeye başladığını anlatıyordu.

Fesinin altına geçirdiği kırmızı benekli mendilin altında sakalının akları seçilen, ceketinin düğmeleri çözük bir redif muzika zabiti va­gonların önünde duran takımına kınından sıyırdığı paslı kılıcıyla bir işaret verdi. Muzika üç defa selam havası çaldı, asker üç defa bağırdı.

Bundan sonra acı bir düdük sesine düzensiz bir muzika sesi karıştı:

"Ey gaziler! Yol göründü gene garip serime..."

Lokomotif vagonları zorlukla çekiyordu, bir avuç içi kadar duvar gölgesine, saçak altlarına sığınanlar birbirlerine karıştılar, tıklım tıklım vagonları dolduran askerler bir ağızdan Yemen türküsünü söy­lüyorlardı:

Aman ana... Canım anal.. /Sütün emdim kana kana... /Ben Yemen´e gidiyorum/ Helal eyle sütün banal...

Emine bacının eteklerine sıkı sıkıya yapışmıştım. Ortalık bir ana baba günü olmuştu. Üzerimize kalın bir toz bulutu çökmüştü. Vagonlar seçilemez bir hayal gibi süzülüp geçiyorlardı. Lokomotif sanki bir ca­navardı, korkusu dağ gibi yürekleri ezen bir cehenneme doğru, bin­lerce insanı, ana, yavuklu kucağından çivi söker gibi çekip götürü­yordu... Dizini döven, kanını içine akıtan bu kalabalık gidenlerin ar­kasından uğunuyor.

Gitme Yemen´e Yemen e/ Yemen sıcak dayanaman/ Tan borusu er vurur /Sen cahilsin uyanaman...

Emine bacı bir yandan söylüyor, bir yandan terden, tozdan yüzüme yapışmış saçlarımı okşuyor, beni; biraz önce Memedini yaptığı gibi bağrına basıyordu...

Gitme Yemen´e Yemen´e /Yemen sıcak kahve pişer... /Asker talime çıkınca /Aceminin aklı şaşar...

Tren artık kıvrıntıyı dönmüştü. Biteviye çalan lokomotifin düdüğü kısılmış, sesler gittikçe kayboluyor, silikleşiyor, sona ermiş bir nefes takatsizliği içinde her şey yorgun cansız düşüyordu. Yemen türküsünün son yangıları kulaklarda bir çınıltı gibi inceliyordu.

Kara çadır is mi tutar, /Martin tüfek pas mı tutar /Ağlasın anam bacım´. /Elin kızı yas mı tutar...

Kimde ağlayacak can, hangi gözde yaş kalmıştı? Korkunç bir gök gürültüsünden sonra bulutlarla hızla yere dökülen iri damlalara ben­zeyen gözyaşları artık kurumuştu. Yağmur sonu selleri gibi insanlar sokaklarda akışıyorlar.

Bazı yıllar şehir çok sıcak oluyordu. O zaman biz de yazı geçir­mek için Emine bacının Toros Dağları eteklerinde, Çakıt kenarından köyüne giderdik. Emine bacıyı oradan tanıyorduk. Damı bir tepenin sırtıyla birleşmiş evinin önünde küçük bir bağı, birkaç yüz dönüm iyi bakılmış tarlası, besili inekleri, davarları vardı. O bizi çok kere keçi boynuzu ağacının koyu gölgesine götürür, köy masalları söylerdi. Hele davarları sağarken söylediği türküler çok hoşumuza giderdi... Yolun üzerindeki iki gözlü, taş tekneli pınarı, derenin kenarındaki yunak ye­rini büyükbabası yaptırmıştı. Bunun için Emine bacı köyün ileri ge­lenlerinden sayılıyordu.

Emine bacı oğlu Yemen´e gittikten sonra bir daha şehre inmemişti. Memed´in gidişi o gidiş olmuş. Birkaç mektup... Sonra sonsuz bir ses­sizlik...

Aradan yıllar geçmişti, bir gün yolum bu köye uğradı. Emine bacıyı sordum, "sağdır, evinde oturuyor" dediler. Onu evin önündeki haymanın duldasında bir keçe parçasının üzerinde bağdaş kurmuş otu­ruyor buldum. Yerinden kımıldayamıyordu... Kendisine adımı ver­dim, eliyle yüzümü, başımı uzun uzun yokladı:

? Tanıdım tanıdım... Koskoca delikanlı olmuşsun, ne olurdu göz­lerim görseydi de sana doya doya baksaydım...

"Gözlerine ne oldu bacı?"

? Ne olacak? Kuru ağrı, 20 yıldır gözümden yaş yerine ağı aktı. Sonra da nasıl bir pınar gözüne taş tıkanır da kurursa, gözlerim de ku­rudu, işte böyle körkütük oldum.

El yordamıyla keçenin ucunu kaldırdı. Sararmış, kenarları örse­lenmiş bir kâğıt parçası çıkardı ve bana uzatarak, "Şunu bir de sen oku bakayım," dedi.

Kalın bir kamış kalemiyle, satırları yukarı doğru yazılmış bir as­ker mektubu idi.

Mektubun altında büyük rakamla 1319 tarihi yazılmış. Bir ke­narında da geniş bir parmak izi görünüyordu. (Bu Memedin anasına son mektubuydu)

Emine bacı başını iki yana sallıya sallıya beni dinliyor, artık ku­rumuş, içeri çökmüş ufak iki karanlık delikten başka bir yanı görün­meyen gözlerini uğuyor, Yemen türküsü söylüyordu:

Günden yanı soldumu ola, /Yerden yanı uldumu ola /Memedimin ala gözün/ Karıncalar oydumu ola.

Yirmi beş yıl önce azgın bir yaz gününde kendisini Yemen´e yol­cu ettiğimiz Memed´in o ince dal gibi boyunu, canlı ala gözlerini iyi­ce hatırlıyorum. O da ötekiler gibi ucu bucağı bilinmeyen çöllerde. Kimbilir hangi rüzgâr onun da üzerine bir kum tepesi getirip çökertmişti. Kızgın bir güneş yalımı kim bilir onu nasıl çarpıp yere sermiş, kim bilir aç çöl karıncaları nasıl onun ala gözlerine çoğuşmuşlardı.

Emine bacı, "oğul" dedi, "artık Yemen´e asker gitmiyormuş öyle mi?"

? Öyle Emine bacı. Artık Yemen bizden çıktı...

"Desene ki oğul cehennemin kapısı kapandı. Yıllarca yüreklerimizi koparıp koparıp oraya gönderdik. Neye yaradı bu iş? Tanrıya yaran­mak için mi bunları yaptık? Giden gelmez yerlerde yavrumuzun ne işi vardı? Ne ise olan oldu. Giden gitti, giden gelmedi... Tanrı sizleri ananıza bağışlasın. Ana olmak güç şey yavrum. Hele bizim gibi ana..."

Emine bacının kırmızı baş bağının kenarından dışarı çıkmış ak saç­larını okşadım... Katı kuru elini dudaklarıma götürdüm. Elleri buz ke­silmişti. Boğazına düğümlenen kısık bir sesle türküsüne yeniden baş­ladı:

Tarlalarda biter kamış,/ Uzar gider vermez yemiş./ Çöl Yemen´de iki kardeş; /Biri Memed, biri Memiş....

Emine bacı, "işte yavrum, çocuklarımız yemişsiz kamışlar gibi Ye­men çöllerinde kuruyup kaldılar," dedi.

Haymanın duldasından epeyce uzaklaştım. Arkamdan onun se­sini duydum:

"Oğul... Oğul... Pınarın yanından geçerken Memedimin canı için bir avuç soğuk su iç..."

 

Değerli okurlar bu hikayeden sonra sizlere Milli Savunma Bakanlığından almış olduğumuz bilgilere dayanarak isimleri belirlenen, Yemen´de şehit olan Adanalıların listesini aşağıda sunuyoruz.

 

ADI

BABA ADI

DOĞUM

TARİHİ

RÜTBESİ

ŞEHİT OLDUĞU TARİH

ŞABAN

MEHMET

1879

ER

30/09/1321

MUSTAFA

ALİ

1883

ER

28/11/1321

MUSTAFA

MUSTAFA

1879

ER

24/11/1320

HASAN

M.SEYDAR

1883

ER

01/10/1321

HALİL

SÜLEYMAN

1879

ER

01/02/1321

 

 

                                                                                              Devam Edecek

YAZARLAR

  • Cuma 24.9 ° / 14.2 ° Güneşli
  • Cumartesi 28.3 ° / 15.1 ° Güneşli
  • Pazar 28.3 ° / 15.7 ° Güneşli
  • BIST 100

    9079,97%3,10
  • DOLAR

    32,35% 0,15
  • EURO

    34,93% -0,09
  • GRAM ALTIN

    2322,96% 0,18
  • Ç. ALTIN

    3843,45% 0,00