Ahmet ERDOĞDU


ONUR ÖYMEN´LE SÖYLEŞİ-2015 YILINDA DIŞ POLİTİKADA MEYDANA GELEN BAŞLICA GELİŞMELER


Değerli okurlar, bu haftaki konuğumuz Emekli Büyükelçi Sayın Onur Öymen. Sayın Öymen´den 2015 yılı dış politikada meydana gelen başlıca gelişmeleri yorumlamasını rica ettik. Kendileri bizi kırmadılar ve siz değerli Yeni Adana okurları için kapsamlı bir yılsonu değerlendirmesi yaptılar ve gazetemizin 98. Yıl dönümü kutlama mesajını da gönderdiler. Bu nedenle sizlerin huzurunda bir kez daha kendilerine teşekkür ediyoruz.


Yeni Adana Gazetesinin 98. kuruluş yıldönümünü içtenlikle kutluyorum. Yüzyıla yakın bir süreden beri yayınlanan Yeni Adana Türkiye´nin en köklü gazetelerinden biri olmuş ve daima ülke ve dünya sorunlarını Türkiye´nin çıkarları doğrultusunda, Atatürk ilkelerine ve Cumhuriyetin değerlerine bağlı olarak dile getirmiştir. 

 

Yeni Adana bugün de, Sayın Çetin Remzi Yüreğir´in yönetiminde aynı çizgiyi başarıyla sürdürmekte ve okuyucuları için değerli bir bilgi kaynağı olmaktadır.

Yeni Adana´nın ülkemizin başka kentlerinde de aynı doğrultuda yayın yapan gazetelerimiz için bir rehber ve esin kaynağı olmasını diliyorum.

Onur Öymen
Emekli Büyükelçi

2015 YILINDA DIŞ POLİTİKADA MEYDANA GELEN
BAŞLICA  GELİŞMELER 

/resimler/2015-12/25/1048421700705.jpg

Türkiye´nin bütün ?komşularıyla sıfır sorun? iddiasıyla yürüttüğü dış politika maalesef hedefine ulaşamamış, tam tersine, sorunlar büsbütün artmış ve ülkemizin güvenliğini tehdit edecek boyutlara ulaşmıştır. Cumhuriyetimizin kuruluşundan beri komşu ülkeler arasındaki çatışmalara karışmama, özellikle iç çatışmalara hiç karışmama politikasından uzaklaşılmış, Türkiye özellikle Suriye´de hükümeti devirmek için silahlı mücadele veren bazı gruplara açıkça destek vererek çatışmaların fiilen tarafı haline gelmiştir. Başlangıçta, İsrail ile Suriye arasında arabuluculuk yaparak Ortadoğu barışına katkıda bulunmaya çalışan Türkiye, daha sonra izlediği politikalarla her iki ülkeyi de karşısına almış ve bu görevi sürdürme fırsatını kaybetmiştir. Aynı şekilde, Mısır´daki gelişmelerde de Müslüman Kardeşlerin savunuculuğunu üstlenerek taraf haline gelmiştir. Irak´a yönelik politikamızda da zorluklar ve gerginlikler yaşanmış, bu ülkede üslenen PKK terör örgütünün Irak topraklarından çıkartılması sağlanamamıştır. İran´la ilişkilerimiz son zamanların en düşük düzeyine inmiş. Bir yandan Kürecik´e yerleştirilen radar sistemi, diğer yandan da Türkiye´nin izlediği Suriye politikası İran´la ilişkilerimizi büyük ölçüde zedelemiştir. Yunanistan ve Kıbrıs konusundaki sorunlar artarak devam etmiş ve Kıbrıs konusu, özellikle AB ile ilişkilerimizde Türkiye üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanılmıştır. Din ve mezhep unsurunun /resimler/2015-12/25/1053083580849.jpgOrtadoğu´ya yönelik politikalarda zaman zaman ön plana çıkarılması karşılaştığımız güçlükleri daha da arttırmıştır.
2015 yılının en önemli gelişmeleri, daha önceki yıllarda da olduğu gibi Ortadoğu´da yaşanmıştır.
2015 yılında yaşananların en önemlisi ise IŞİD´ın bölgedeki hakimiyetini daha da sağlamlaştırması olmuştur. IŞİD, el Nusra´dan ayrılarak 2006 yılında kurulmuştur. 2014 yılında Irak´ın 2. büyük şehri olan Musul´u işgal etti; Anbar ve Tikrit´i aldı. IŞİD, tüm bunları yaparken hiçbir engelle karşılaşmadı. Ta ki kuzeye yönelip Kürt şehirlerini özellikle petrol bölgelerini ve Kobani´yi tehdit etmeye başlayana kadar. 2015 yılında Amerika ve Rusya´nın Türkiye-Suriye sınırının yaklaşık 500 kilometrelik bölümünü denetim altında tutan ve o bölgede Özerk bir Kürt Yönetimi kurduğunu ilan eden PYD örgütüne IŞİD´le mücadelede yardımcı olduğu gerekçesiyle verdikleri destek Türkiye´de rahatsızlık yarattı.

PYD, Suriye Hükümetini devirmek için mücadele eden ve Amerikan ile Türk Hükümetlerinin desteklediği muhalif silahlı güçler koalisyonunun içinde yer almamasına rağmen, Amerika 2014 yılından itibaren PYD´ye silah yardımı yaptı. Hatta Suriye´deki Amerikan askeri operasyonlarının sözcüsü Albay Steve Warren PYD´ye 50 ton mühimmat verdiklerini açıkladı. Doğal olarak, bu da Türkiye´nin bölgedeki kaygılarını arttırıyor.

Kuzey Suriye´deki Kürt kantonlarını birleştirmeyi hedefleyen PYD´nin, Barzani´nin Kuzey Irak´ta kurmaya çalıştığı Bağımsız Kürdistan Devletinin topraklarını Akdeniz´e kadar uzatmayı amaçladığını tahmin etmek zor değil. Öte yandan PYD´ye verilen silahların bir bölümünün PKK´ya aktarıldığı ve bunların Kuzey Irak´ta tespit edildiği yolunda haberler var.

Rusya´nın da Suriye´de başlattığı operasyonda oradaki Kürtlerle yakın işbirliği yapmak istediği açıklandı. Rus Dişileri Bakan Yardımcısı Bogdanov´un PYD lideri Salih Müslim´le Paris´te yaptığı görüşmede destek vaadinde bulunduğu ifade ediliyor.

Türkiye´nin, PYD´nin PKK´nın bir uzantısı olduğu ve bu nedenle terör örgütü sayılması gerektiği yolundaki görüşünün Amerika´da da Rusya´da da kabul görmediği anlaşılıyor.

22 Şubat 2015 tarihinde, Süleyman Şah Türbesinde görev yapan askerlerimiz bir operasyonla kurtarıldı. Ancak Türkiye´nin egemenlik hakkına sahip bulunduğu Türbeden ve civarındaki araziden çekilmesi ve Türbeyi Suriye toprağı Eşme´ye taşıma kararı ciddi tartışmalara yol açtı. İktidar bu operasyonu büyük bir başarı olarak ilan ederken muhalefet vatan toprağının terkedilmesini şiddetle eleştirdi.

İşin aslı şudur: Osmanlı devletinin kurucusu Sultan Osman´ın dedesi olduğu kabul edilen Süleyman Şah´ın türbesinin bulunduğu yer, Türkiye´ye Fransa arasında imzalanan 1921 tarihli Ankara Antlaşmasının 9. maddesine ve Lozan Antlaşması´nın 3. maddesine göre Türk toprağı sayılmakta, Suriye de bunun kabul etmektedir. Bu Türbenin yeri, Tabka barajının sularının altında kalacağı gerekçesiyle 1973 yılında Türkiye ile Suriye arasında varılan bir anlaşmayla değiştirilerek bugünkü yerine taşınmıştır.

Suriye´de yaşanan çatışmalar sonucunda o bölge terör örgütlerinin tehdidi altına girince Türk Hükümeti Süleyman Şah Türbesinin Kırmızı Çizgilerimiz olduğunu, oraya yapılacak bir saldırının bedelinin misliyle ödetileceğini söylemişti. Yani devletimizin politikası Türbe ve civarının savunulması yönündeydi.

Geçmişte gerek Türkiye, gerek başka ülkeler en küçük bir toprak parçasının terkedilmesini kabul etmemişler ve bu uğurda büyük riskleri ve ağır fedakârlıkları göze almışlardır. Bunun örneklerinden biri Kardak adasına asker çıkartıp bayrak diken Yunanistan´ın Türkiye´nin bitişik adaya düzenlediği bir askeri harekâtla çekilme zorunda bırakılmasıdır.

Eğer askeri açıdan Türbe ve civarının savunulması olanaksız idiyse, kırmızıçizgiler gibi kararlılık söylemleri havada kalmıştır. Bu durumda yapılması gereken şey Suriye Hükümeti´yle Türbenin güvenli bir yere taşınması için mutabakata varmaktı. İlişkilerimizin durumu buna uygun değilse, diplomatik usullere uygun olarak, bu temaslar her iki ülkeyle de iyi ilişki içinde olan üçüncü bir devlet aracılığıyla yapılabilirdi. Hükümetin şimdi yaptığı gibi, egemenlik hakkına sahip bulunduğu bir bölgeden çekilip, aynı ülkenin başka bir bölgesinde fiili durum yaratarak tek başına egemenlik alanı kurmasının dünyadaki başka bir örneğini bulmak zordur..

Öte yandan, topraklarının korunmasında esas sorumluluk taşıyan Suriye Hükümetinin devrilmesi için silahlı mücadele veren gruplara destek olunması da Türkiye´nin güvenlik çıkarlarına hizmet etmemiştir.

Şimdiye kadar izlenen Suriye politikalarının beklenen sonuçları vermedi. Bu politikaların sonucunda ortaya çıkan büyük bir göç dalgası Avrupalıları da çok zor durumda bıraktı. Avrupalılar şimdiye kadar izledikleri politikaların sonuçlarından doğrudan doğruya zarar görmeye başladılar.

Ege´deki deniz facialarında binlerce sığınmacı hayatını kaybetti. AB Komisyonu Başkanı Junkers´in ve diğer AB yetkililerinin demeçleri Türkiye´den AB ülkelerine geçmek için çalışan sığınmacılar için umut kapısı olamadı. Junkers´in önerisine göre AB toplam olarak 120.000 mülteci alacak ve bunlar halen Yunanistan´da, İtalya´da ve Macaristan´da bulunan mülteciler arasından seçilecek.

Bazı ülkeler mültecilerin gelişini engellemek için sınırlarını kapattı. Başta Almanya olmak üzere, bazı ülkeler Schengen anlaşmasını askıya alarak bu anlaşmaya taraf olan ülkeler arasındaki serbest dolaşımı engellemeye çalışıyorlar. Yıllardan beri ilk defa sınırlarda pasaport kontrolü başlatılıyor. Bazı AB liderleri mültecilerin Avrupa´ya gelişinin Hıristiyanlık değerlerinin zarar verebileceği yolunda kaygılar dile getirenler bile var. Macaristan Başbakanı Viktor Orban´ın ?Mülteciler Türkiye´de kalsın, biz gidelim içlerinden seçelim? açıklamasının kabul edilemez. Bu konuya insani açıdan yaklaşmak lazım, Avrupa ülkelerinin bu katı ve işbirliğine açık olmayan tutumu dolayısıyla binlerce mülteci Libya´dan İtalya´ya veya Türkiye´den Yunan adalarına geçerken hayatını kaybetti.

Soruna köklü bir çare ancak Suriye´de yaşanan çatışmaları önleyecek bir çözümün bulunmasıyla mümkün olabilir. Bunun çaresi Suriye hükümetini silah zoruyla devirmeye çalışan ve bunda da yıllardan beri başarısızlığa uğrayan bazı silahlı örgütleri desteklemek değildir. Soruna siyasi bir çözüm bulunmasını amaçlayan girişimler yoğunlaştırılmalı ve desteklenmelidir.

Son zamanlarda Viyana ve New York´ta düzenlenen toplantılar ve 18 Aralık 2015 tarihinde BM Güvenlik Konseyinde alınan kararlar bir umut ışığı yaktı.

Ancak, bu diplomatik çabalar terör eylemlerinin azaltılmasına yol açmadı. Tam tersine, Paris´te 129 kişinin ölümüne ve 300´den fazla kişinin yaralanmasına yol açan bir terör saldırısı yaşandı. Bu saldırıyı, IŞİD üstlendi. Fransa Cumhurbaşkanı bunun bir savaş ilanı olduğunu, bu eylemi düzenleyen örgüte amansızca karşılık vereceğini açıkladı.

Ne yazık ki, geçmişte de buna benzer olaylar yaşanmış, terör örgütleri lânetlemiş ancak terörle mücadelede etkili sonuç alınamamıştı. Hatta Türkiye gibi bazı ülkelere terörle mücadele etmeyip müzakere etmesi önerirmiş, teröre siyasi taviz verilerek başarılı sonuç alınabileceğini söyleyenler olmuştu.

Paris´teki saldırı bütün ülkelerin yararlanabileceği derslere doludur. Bence bu aşamada yapılması gerekenler şunlardır:

- Bütün terör örgütlerine karşı, ayırım gözetmeden topyekun bir mücadele başlatılmalıdır.

- ´Bizim için tehlikeli olan terörist, tehlikeli olmayan terörist´ ayırımı yapılmamalıdır.

- Terör örgütlerinden başka terör örgütleriyle mücadelede yararlanıp onları meşrulaştırma yoluna gidilmemelidir.

- Yakalanan teröristler ilgili ülkelere iade edilmelidir.

- Terörle mücadele eden ülkelere yardım edilmeli, terörü himaye eden, topraklarında terör örgütlerini barındıran, bu örgütlere silah, para ve lojistik destek sağlayan ülkeler cezalandırılmalı, onlara karşı yaptırıp uygulanmalıdır.

- Terör örgütlerinin temsilcileriyle ve onların siyasi destekleyicilerine temastan kaçınılmalıdır.

- Hiçbir ülkeye terör örgütleriyle müzakereye oturması önerilmemelidir.

Amerika´nın Ankara Büyükelçisi John Bass, ?Çözüm sürecini destekliyoruz. Biz bu sürecin çatışmaya dönüşmesini istemiyoruz? demiş. Büyükelçinin bu sözleri Türk-Amerikan ilişkileri açısından yadırgatıcıdır. Uluslararası ilişkilerin en temel kurallarından biri ülkelerin egemenliğine ve bağımsızlığına karşılıklı saygıdır. Türkiye´nin terörle ne şekilde mücadele edeceği, teröre nasıl çözüm bulacağı kendi egemenlik haklarının çerçevesine giren bir konudur. Bu gibi dış telkinler ve müdahaleler PKK sorununun uluslararası bir boyut kazanması sonucunu doğurabilir. Esasen Oslo görüşmelerine üçüncü bir ülke vatandaşının da katılmış olduğu yolundaki bilgiler bu konuda kaygı uyandırmıştı. Büyükelçinin basın toplantısındaki sözleri bu kaygıları daha da arttırmıştır.

Türk milleti milli bir dava olan terörle mücadele konusunun yabancı ülkelerin çıkar veya beklentilerine göre şekillendirilmesini içine sindiremez. Türkiye, milli egemenliğini korumak uğruna her şeyini feda etmeyi göze almış olanların ülkesidir.

2015 yılının sonlarında, Türkiye´nin Irak´ın kuzeyindeki Başika kampında bulunan askeri birliğini personel ve tanklarla takviye etme kararı ülkemizle Irak arasında ciddi bir krize yol açtı. Irak Dışişleri Bakanlığı Bağdat Büyükelçiliğimizi çağırarak oradaki askeri varlığımızın ülkelerinin egemenlik hakkını ihlal ettiğini ileri sürdü ve askerlerimizin 48 saat içinde geri çekilmesini istedi.

Türk Hükümeti bu birliklerin Irak´ın talebi üzerine, orada IŞİD´la mücadele edecek silahlı unsurların eğitimi için gönderildiğini söylüyor. Sayın Cumhurbaşkanı bu talebin 2014 yılında bizzat Başbakan Haydar el-İbadi tarafından yapıldığını ifade ediyor. Ancak, son zamanlarda iki ülke arasında, bu konuda yazılı bir anlaşma yapılmadığı anlaşılıyor.

Ancak Irak´la bu olaydan daha da ciddi bir sorunumuz var. Irak, topraklarında uzun bir zamandan beri PKK terör örgütünün yönetici kadrosunun, kamplarının, cephaneliklerinin ve eğitim alanlarının varlığına engel olmuyor, hatta Türkiye´nin oradaki teröristlere yönelik hava operasyonlarına tepki gösteriyor.

Irak´ın bu konudaki tutumu kendi Anayasasına ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 28 Eylül 2001 tarihli ve 1373 sayılı kararına açıkça aykırıdır.

Irak Anayasasının 7. maddesinin 2. fıkrasında şöyle denilmektedir: ?Devlet terörizmin bütün şekilleriyle mücadele edecek ve topraklarının terör eylemleri için bir üs, bir geçiş yolu veya eylem alanı olmasını önlemek için çalışacaktır.?

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 1373 sayılı kararının 2. maddesinde bütün ülkelerin, terörist eyleme karışmış kişilere aktif veya pasif hiçbir destek veremeyeceği, terörist faaliyetlerin önlenmesi için gerekli bütün tedbirleri alacağı, terör eylemi yapanları, bu eylemlere mali destek sağlayanları, eylemleri planlayanları ve destekleyenleri topraklarında barındıramayacağı, etkin sınır kontrolleri yaparak teröristlerin sınırların ötesine geçmesini engelleyeceği karara bağlanmıştır.

Irak´ın ülkesinin kuzeyindeki PKK teröristlerine karşı izlediği müsamahakar tutum Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin bu kararına açıkça aykırıdır.

Yine, 2015 yılı içinde, Birleşmiş Milletlerin beş daimi üyesiyle Almanya´nın İran´la yaptıkları müzakereler sonuçlandı ve İran´ın nükleer silah üretme olanağı, hiç değilse uzunca bir süre için fiilen ortadan kaldırıldı.

Bu anlaşma İran´ın uymak zorunda olduğu bir çok uluslararası denetim mekanizması getiriyor. İran yükümlülüklerini yerine getirmezse yaptırımlar tekrar yürürlüğe girecek.

Anlaşmada İran´ın elindeki füze sistemlerini imha edeceğine ilişkin bir madde yok. Bu füzeler, bölge ülkeleri için konvansiyonel başlıklarla bile tehlike oluşturmaya devam edecek. Ayrıca İran´ın Hizbullah ve Hamas gibi örgütlere silah yardımını engelleyici bir hüküm de yok.

Bu gelişmelere Türkiye açısından bakıldığında, bugünkü verilerin ışığında, şunlar görülmektedir.

-Türkiye, İran´la diğer devletler arasındaki müzakerelerde etkili bir rol oynamaya çalışmış ancak bunda başarılı olamamıştır.

-Kürecik´e yerleştirilen radar sistemi İran´la ilişkilerimizi olumsuz etkilemiştir. Anlaşma bu durumu değiştirecek bir hüküm içermemektedir.

- Anlaşmaya bir komşu ülkenin nükleer silahlara sahip olmasının engellenmesi Türkiye´nin güvenlik çıkarlarına hizmet eder. Ancak İsrail gibi başka bir bölge ülkesinin bu silahlara sahip olması Türkiye açısından kaygı verici olmaya devam edecektir.

-Yaptırımların kaldırılması Türkiye´yle İran arasındaki ekonomik ve ticari ilişkilerin geliştirilmesine yardımcı olacaktır. Ancak bu olanağın en iyi biçimde kullanılması siyasi ilişkilerimizin de düzeltilmesine büyük ölçüde bağlıdır.

-Anlaşma yürürlüğe girmeden ve nasıl uygulanacağı görülmeden ihtiyatın elden bırakılmaması gerekir.

-Bundan sonraki dönemde bölgedeki güç dengelerinin İran lehine değişmesi olasılığını da Türkiye´nin iyi değerlendirmesi gerekir. Özellikle Türkiye´de, dış politikada mezhep unsurunu ön plana çıkartmak isteyenler buna dikkat etmelidirler. Din ve mezhep unsurunun dış politikanın etki alanından çıkartılmasına çalışmak Türkiye açısından yararlı olur.

/resimler/2015-12/25/1050554047088.jpgBu arada, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi´nin Ermenistan´la Askeri İşbirliği Antlaşması imzaladığı gözden kaçırılmamalıdır. Rumların önerisi üzerine iki tarafın ortak askeri tatbikat yapacağı da bildiriliyor. Bu gelişme bölgede bir süreden beri ciddi biçimde bozulmuş olan güvenlik ve istikrar ortamını yeni tehlikelerle karşı karşıya bırakacaktır. Hükümetin Kıbrıs konusunda son yıllarda izlenen politikaları gözden geçirerek daha kararlı bir tutum izlemesi, bu son gelişmenin ışığında kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelmiştir.

Ayrıca, Türk sınırında bir Rus savaş uçağının Türk jetleri tarafından düşürülmesi Türkiye ile Rusya arasında diplomatik bir krize neden olmuştur. Türk makamları Rus savaş uçağının bir Türk sınırını geçtikten sonra 10 defa uyarılmasına rağmen rotasından ayrılmadığı için düşürüldüğünü açıklamışlardır. Rus makamları ise uçağın Türk hava sahasına hiç girmediğini iddia etmişler ve Suriye hava sahasındayken düşürüldüğünü iddia etmişlerdir.

/resimler/2015-12/25/1051299516408.jpgBu olay Ekim başından beri meydana gelen benzeri olayların üçüncüsüdür. 5 Ekimde bir Rus uçağı hava sahamıza girmiş, Türk uçaklarının uyarısı üzerine geri dönmüştür. Ruslar bu olayı bir navigasyon hatası olarak izah etmişlerdir. 16 Ekimde Türk jetleri hava sahamızı ihlal eden bir insansız hava aracını düşürmüşlerdir. Hiçbir ülke bu hava aracına sahip çıkmamıştır. Aslında uluslararası uygulamada her ihlal olayında ihlali yapan uçağın düşürülmesi yoluna gidilmemektedir. Ancak, o bölgede 2012 yılında bir Türk savaş uçağı Suriye tarafından düşürülmüştür. Bu nedenle, Türkiye Suriye sınırı civarındaki hava sahası ihlalleri konusunda duyarlıdır. Bu nedenle, angajman kurallarını sıkılaştırmıştı.?

Amerika ile Rusya bu bölgedeki savaş uçakları arasında bir çatışma veya kaza olmasının önlenmesi için koordinasyon sağlamayı kararlaştırmışlardır. Benzeri bir koordinasyonun Türkiye ile Rusya arasında da gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Son gelişmeler iki ülke arasındaki ilişkileri olumsuz yönde etkilemiştir. Oysa iki nesil boyunca Türk ve Rus siyasetçilerinin, diplomatlarının, askerlerinin ve iş adamlarının çabalarıyla geliştirilen dostluk ve işbirliğinin bir uçağın düşürülmesi gerekçesiyle tamamen tahrip edilmesine yönelik adımlar atılması akılcı bir yaklaşım olmaz ve iki ülkeye de zarar verir.

Son günlerde yaşanan bütün gelişmeleri Rus uçağının düşürülmesi ile açıklamak mümkün değildir. Önce şu soruları cevaplandırmak gerekiyor: Rusya neden Suriye´ye doğrudan müdahale kararı aldı? Amacı sadece Esad´ı korumak mıydı, yoksa aynı zamanda Suriye´deki stratejik varlığını güçlendirerek Doğu Akdeniz´de ve Orta Doğu´da önemli bir siyasi oyuncu olmayı mı hedefliyordu?

Uçak olayından sonra bölgede stratejik açıdan önemli değişiklikler oldu. Rusya, bölgeye S300 ve S400 füzelerini konuşlandırdı. Bu füzelerin getirilmesi Rusya´nın terörle mücadelesinin bir gereği olarak izah edilemezdi. Uçak düşürülmesi olayından sonra Türkiye´nin bir tehdit unsuru gibi gösterilmesi bu füzelerin konuşlandırılması için zemin hazırladı. Rusya´nın Doğu Akdeniz´deki askeri varlığını güçlendirmesi yüzyıllardan beri devam eden sıcak denizlere açılma hedefi doğrultusunda bir adım oluşturduğu gözden kaçırılmamalıdır.

NATO´nun gönderdiği gemi ve uçaklar bir yandan Türkiye´nin savunmasına katkı olarak gösterilmekle birlikte, bence aynı zamanda Rusya´nın bölgedeki stratejik üstünlük sağlama çabalarını dengelemeyi amaçlıyor.

Bu durumda yapılması gereken Türkiye´nin Ortadoğu´da ve diğer komşularımızla ilişkilerde başından beri izlediği politikaları gözden geçirmesi, iç çatışmalara katılmaktan uzak durması, sınırlarından hiçbir silahlı grubun geçmesine izin vermemesi, egemenlik alanlarımızda fiili durumların yaratılmasına müsaade etmemesi ve bölgemizdeki, PKK dahil, bütün terör örgütlerinin bertaraf edilmesine yönelik bir strateji savunmasıdır.

YAZARLAR

  • Cuma 24.9 ° / 14.2 ° Güneşli
  • Cumartesi 28.3 ° / 15.1 ° Güneşli
  • Pazar 28.3 ° / 15.7 ° Güneşli
  • BIST 100

    9079,97%3,10
  • DOLAR

    32,35% 0,15
  • EURO

    34,93% -0,09
  • GRAM ALTIN

    2322,96% 0,18
  • Ç. ALTIN

    3843,45% 0,00